Jump to content

MehmetEmin

Üye
  • İçerik sayısı

    69
  • Katılım

  • Son ziyaret

MehmetEmin paylaşımları

  1. Dr. Cihan Taştan ve ekip arkadaşları Türkiye'nin ilk detaylı CRISPR Genom Modifikasyonları kaynağını derleme bir yayın olarak hazırlayıp, bilim severlerin hizmetine sundular. Bu derlemede CRISPR yöntemi ile alakalı bir çok detayı ele alan genç bilim insanı Cihan Taştan ve ekibi bir ilke de imza atmış oldular, Türkçe bir kaynaktan CRISPR deryasını öğrenmekte ayrıca zevkli bir durum. Bu başarılarından dolayı Cihan Taştan ve ekibini kutlamaktayız. Kitabın eBook formuna link üzerinden ulaşabilirsiniz. https://www.researchgate.net/publication/322635622_CRISPR_Genom_Modifikasyonlari_T101
  2. Çiftleşebileceği bir erkekten uzun süre ayrı kalan bir köpek balığı türü kendi yavrusunu kendisi üretme yetisi geliştirdi. Leonie isimli zebra köpek balığı (Stegostoma fasciatum), en son 1999 yılında, Avustralya’nın Townsville kentindeki bir akvaryumda erkek bir partnerle çiftleşti ve beraberliklerinden iki düzineden fazla yavru dünyaya geldi. Ancak 2012 yılında erkek köpek balığı ayrı bir akvaryuma taşındı. Bu ayrılıktan sonra, Leonie’nin, herhangi bir erkekle teması olmadı. Ancak son derece şaşırtıcı bir biçimde, 2016 yılının başlarında dişi köpek balığı, üç yavru dünyaya getirdi. University of Queensland’den araştırmacılar, bu garip ve merak uyandırıcı durumun nedenlerini araştırmayabaşladılar. Mevcut ihtimallerden birisi, Leonie‘nin son beraberliğinden sperm depolamış olabileceği ve sonrasında bu spermleri yumurtalarını döllemek için kullanmış olabileceğidir. Ancak, genetik testler, yavruların yalnızca anneden gelen DNA’yı taşıdıklarını gösteriyor, ki bu da; yavruların eşeysiz (aseksüel) üreme sonucu dünyaya geldikleri anlamına geliyor. Bazı omurgalı türleri, normalde eşeyli (seksüel) üreseler bile, eşeysiz üreme kapasitesine sahiptir. Örneğin; bazı köpek balığı türleri, hindiler, Komodo ejderleri, bazı yılanlar ve bazı fareler. Ancak daha önce eşeyli üreme tecrübesi olan dişilerde eşeysiz üreme görüldüğüne dair çok az rapor vardır. Yalnızca –esaret altındaki– bir fulyabalığı ve bir boa yılanı, eşeyli üremeden eşeysiz üremeye geçiş yaptığı belgenen dişi hayvanlar olmuştur. Her iki üreme biçimi kapasitesine de sahip türlerde, eşeysiz üremeden eşeyli üremeye geçişe dair görece daha fazla gözlem olsa da, eşeyli üremeden eşeysiz üremeye geçişe dair daha az gözlem söz konusudur. Köpek balıklarında eşeysiz üreme, yumurta hücresinin komşu hücre olarak bilinen tek hücreli kutup hücresi tarafından döllenmesiyle oluşabilir. Ancak bu durum da, “iç-melezlenme”ye neden olarak dişinin genetik materyalini içerir. Bu “uç” üreme biçimi, genetik çeşitliliği ve uyum yeteneğini azalttığından dolayı pek çok nesil için bir hayatta kalma stratejisi değildir. Ancak yine de, çiftleşecek bir erkek olmadığı zamanlarda yeterli bir üreme stratejisi olabilir. Bu durum, bir soyunu devam ettirme mekanizması olabilir. Ta ki, çiftleşmek için bir erkek bulununcaya kadar, annenin genleri dişiden dişiye aktarılır. Öte yandan, yapılan araştırmaya göre; eşeyli üremeden eşeysiz üremeye geçiş, olağandışı bir durum olmayabilir. Araştırmacılara göre, bu durum, son derece avantajlı görünmesinden kaynaklı, sanılanın aksine oldukça yaygın bir strateji olabilir. Kaynak: Bilimfili
  3. İngiltere'nin önde gelen kanser uzmanlarından biri olan Profesör Mel Greaves, mikroplardan arındırılmış modern yaşam biçimimizin çocuklarda en sık görülen kanser türlerinden birine yol açtığını söyledi. Akut Limfoblastik Lösemi her iki bin çocuktan birini etkiliyor. Kanser Araştırmaları Enstitüsü'nden Profesör Greaves, 30 yıldır yapılan araştırmalarda görülen kanıtların, yaşamın ilk yıllarında yeterli derecede mikroba maruz kalmazsa, bağışıklık sisteminin kanserojen olabileceğini gösterdiğini söyledi. Bu tespit aynı zamanda hastalığın önlenebileceği anlamına da geliyor. Bu tür kan kanserleri, müreffeh toplumlarda daha sık görülüyor ve bu durum da çağdaş yaşam biçimimizdeki bir unsurun hastalığa yol açıyor olabileceğine işaret ediyor. Daha önce hastalığa elektrik kablolarının, elektromanyetik dalgaların ve kimyasalların sebep olabileceği söyleniyordu. Bu tahminler Prof. Greaves'in Nature Reviews Cancer adlı bilimsel yayında yer alan araştırmasıyla çürütüldü. 'Hastalığı hazırlayan üç aşama' Araştırmasında dünya genelindeki uzmanlarla işbirliği yapan Prof. Greaves hastalıkta üç aşama bulunduğunu vurguladı; Birinci aşama durdurulması pek mümkün olmayan anne karnındaki bir genetik mutasyon oluyor Daha sonra yaşamın ilk yılında çeşitli mikroplara yeterince maruz kalınmaması nedeniyle bağışıklık sistemi tehditlerle doğru şekilde başa çıkmayı öğrenemiyor Bu hal de çocuklukta karşılaşılan bir enfeksiyonun bağışıklık sisteminin hata vermesine ve lösemiye neden oluyor. Bu teori, tek bir araştırmadan elde edilen bir sonuç olmaktan çok, çok sayıda araştırmada yapılan tespitlerin bir yapboz gibi biraraya getirilmesiyle oluşturuldu. Prof. Greaves, "Bu araştırma, akut limpblastik löseminin net bir biyolojik nedeni olduğunu ve bağışıklık sistemi yeterince gelişmemiş çocukların geçirdiği çeşitli enfeksiyonla tetiklendiğini gösteriyor" dedi. Greaves'in teorisine dayanak olarak gösterdiği çalışmaların bazılarıysa şöyle : Milano'da yedi çocuğun lösemiye yakalanmasına yol açan domuz gribi salgını Kreşe giden ya da daha büyük kardeşleri olan çocuklarda daha çok bakteriye maruz kaldıkları için daha az lösemi görüldüğünü tespit eden araştırmalar Bağırsaktaki iyi bakterileri geliştiren anne sütünün lösemiye karşı koruma sağlaması Normal doğumla dünyaya gelenlere kıyasla bebeğe daha az mikrop geçiren sezaryenle dünyaya gele çocuklarda daha sık görülmesi Mikroplarda arındırılmış ortamda büyütülen hayvanlarda enfeksiyona maruz kalınca lösemi vakalarının ortaya çıkması Sosyal temasa teşvik Ancak, yararlı bakterilerle temas etmek de, çamurun içinde oynamak kadar basit değil. Prof. Greaves "En önemlisi aslında çoğu vakada löseminin önlenebilir olması" diyor ve çocuklara yoğurt gibi yiyeceklerle bir iyi bakteri kokteyli verilmesini öneriyor. Greaves ayrıca, anne ve babaların sık görülen önemsiz enfeksiyonlar konusunda daha rahat davranmasını ve diğer, daha büyük çocuklarla sosyal teması özendirmelerini taviye ediyor. Kan kanserleri alanında çalışan yardım kuruluşu Bloodwise'dan Dr. Alasdair Rankin ise "Anne ve babaların bu çalışmayla paniğe kapılmamalarını istiyoruz. Güçlü bir bağışıklık sistemi riski biraz daha azaltabilir ama şu anda çocukluktaki lösemi vakalarını tamamen önlemek için yapabileceğimiz yöntem yok" diye konuştu. Kaynak: BBC
  4. Önsöz; Çokça duyduğumuz bir terim olan ötrofikasyon olayı nerede gerçekleşir? hangi koşullar ötrofikasyonu tetikler ? çevreye etkisi nedir ? insan bu olayın neresinde ? Detaylı bir içerik hazırlamaya çalıştım. Konu ile ilgilisinin oldukça hoşuna gideceğini düşünüyorum. İyi okumalar… ÖTROFİKASYON Ötrofikasyon için aslına bakarsanız bir çok açıdan bakmak mümkün. Bir miktar yararı da var ancak fazlasıyla da zararı bulunmakta. Öncelikle kirleticiler sınıfında ötrofikasyon ‘’ organik kirleticiler’’ sınıfına girmektedir. Tabi burada bilmemiz gerek 2 farklı terim daha var; 1-Oligotrofik su: En basit şekilde az miktarda besin maddesi içeren sular için kullanılır. Diğer bir şekilde de düşük produktiviteye (Üretim) sahip sular için oligotrofik terimi kullanılır. 2-Eutrofik su: Besin maddelerince zengin sular için kullanılan terimdir. Yani yüksek produktiviteye (Üretim) sahip sular için eutrofik terimi tercih edilir. Genel olarak denizler yazları eutrofik, kışları ise oligotrofiktir. Ötrofikasyon suların inorganik besin tuzları tarafından zenginleşmesi olarak tanımlanabilir. Besin tuzları genellikle azot ve fosfordur. Fosfor: Nukleik asitler ve ATP’nin yapısında bulunur Azot: Proteinlerin yapısında bulunur. Fosfor sınırlı olmamak koşuluyla, azot sınırlı miktarda bulunuyorsa, azotu fikse edebilen cyanobacteria gelişme imkanı bulur. Genellikle denizlerde azot sınırlı miktarda bulunur. Peki denizlere bu Fosfor ve azot nereden gelmekte ? Besin Tuzları (Azot-Fosfor) Kaynakları En büyük kaynağını tabi biz insanlar oluşturuyoruz. Evsel atıklarımız, kanalizasyon, sanayii, endüstriyel işletmeler kanun dışı uygulamalarla atıklarını doğru bir şekilde arıtmadan denizlere, nehir ve akarsulara veriyor. Fabrikalar genellikle denize yakın yerlere kurulmuştur, ve atıklarını yine kanalizasyonlar gibi arıtarak denize boşaltmaları gerekmektedir. Fakat çok az fabrika uygun özelliklere sahip arıtma tesisine sahipken bir çoğunda arıtma tesisi yoktur. Ülkemizde ve dünyada, kanalizasyon atıklarının tamamına yakını denizlere veya denizlerle baglantısı olan akarsulara boşaltılır. Fakat gelişmiş ülkelerde bu atıklar dört aşamalı bir arıtmadan geçtikten sonra denize boşaltılır ve içinde zararlı hiç bir madde kalmaz. Ülkemizde 3 bin 215 belediyeden ancak 150’sinde vardır ve onların çoğu da elektrik tüketiminin fazla olması gibi bahanelerle çalıştırılmamaktadır. Sonuç olarak Marmara ve Karadeniz ekosistemi çok büyük tahribata uğramış bir çok istilacı tür tarafından işgal edilmiş ve verimsiz bir su kütlesine dönüşmeye devam etmektedir. Ötrofikasyonun Genel Etkileri Bitki ve hayvan biyoması yükselir. Tür çeşitliliği azalır, dominant biyota değişir. Bulanıklık (turbidite) artar. Sedimentasyon artar. Oksijensiz koşullar oluşabilir. Besin elementlerinin kış dönemlerinde ilkbahar ve yaz dönemlerine göre daha yüksek ölçüldüğü (kış karışımlarının da etkisiyle) söylenebilir. İlkbahar döneminde tüm besin maddeleri en düşük seviyesinde olup birincil üreticiler (fitoplankton) tarafından tamamen kullanıldığını işaret etmektedir. Fosforlu bileşikler her mevsimde en yüksek seviyede ölçülmüş olup sanayi ve evsel baskıların sürekli varlığını işaret eder. Susurluk etkisindeki istasyonlarda görece yüksek azotlu bileşikler ve silikat tespit edilmiştir. N:P (Redfield molar) oranı okyanus ve baskı altında olmayan denizel sistemlerin ışıklı su tabakası için 16 olarak tanımlanmıştır. Bu değer, Marmara Denizi için genelde 5’in altında olup <2 olan değerler istenilmeyen değerlerdir (DeKoS, 2014). Si:N oranının ise <5 olması istenen bir durum değildir. Bu durum özellikle fitoplanktonun, diatom grubundan diğer gruplara kaymasına ve sonuç olarak ekosistem yapısının değişmesine neden olur. Grafik: Marmara Denizi SYB’lerinin 2014-2017 yılları arası yüzey tabaka (0-10m ortalama) klorofil-a konsantrasyon karşılaştırılması Genel olarak Marmara Denizi’nin Batı kısmı Akdeniz sularının etkisinde olduğundan ÇO değerleri bu bölgenin ara tabaka ve alt sularında görece yüksek değerlere sahiptir. Şekil: Marmara Denizi alt tabakada doygun oksijen değerleri dağılımı (Ağustos 2016) Bu değerin %20-30 ‘un altına düşmesi ekosistem kalitesi açısından kesinlikle istenmeyen bir durumdur. Marmara Denizi derin çukurları ile doğu ve kuzey bölgelerinin neredeyse tümü bu eşiğin altındadır. Şekil: Kıyı su kütleleri ekolojik kalite değerlendirmesi (2016) Ülkemizden Ötrofikasyon Haberleri; 1- İstanbul Boğazı’nda son günlerde yaşanan renk değişikliğinin sebebinin ‘Emiliania huxleyi’ olduğu belirtildi. 2- Marmara Denizi turuncuya büründü Tekirdağ’ın Süleymanpaşa ilçesinde yaşayan vatandaşlar, güne daha önce görmedikleri bir manzarayla uyandı. 3- İzmit Körfezi’nde birkaç gündür görülen kızıl renkli görüntünün sebebi yine ötrofikasyon.. Bu haberlere verilebilecek onlarca daha örnek var elbette. Aşağıdaki fotografta ise marmara denizinin 2015 yılında bir uydu fotografını görüyorsunuz; Zararlı Mikroalg Aşırı Üremesi Deniz ya da tatlı su ortamlarında yaşayan bir hücreli mikro-alglerin suyun rengini değiştirecek derecede aşırı üremelerine genel olarak zararlı olduğu görüşü ile yaklaşılmıştır. Bunun temel nedenleri suyun rengini, tadını ve kokusunu bozmalarının yanı sıra, zaman zaman sucul canlıların ölümlerine de sebebiyet vermeleridir. Mikro-alg aşırı üremelerinin insanların suları kirletmesi ile başladığı iddia edilmekle birlikte yerküremizde henüz insan ayak izlerine rastlanmadığı 50-70 milyon yıl önce organik materyalce zengin paleozoik denizlerde de yaygın olarak oluştukları jeolojik araştırmalardan bilinmektedir. Aşırı mikroalg üremelerinin isimlendirilmeleri de önemli bir sorun oluşturmaktadır. UNESCO/IOC-HAB bürosu bu konuda şu saptamalarda bulunmaktadır. En genel ifade ile mikroalg aşırı üremeleri çiçeklenme ya da patlama (blooms) ve red-tides şeklinde tanımlanırlar. Bu tanımlarda ifade edilen çok çeşitli boylarda ve türlerde olabilen, zehirli ya da zararlı tüm organizmalarca oluşturulan deniz suyunda renklenmeye neden olan olaylardır. Dolayısı ile çiçeklenme, patlama ve red-tide isimlendirmeleri çoğunlukla yanlış anlamalara neden olmaktadır zira bu ifadelerle, meydana gelen olayların diğer biota üzerine zarar verip vermedikleri açıklanamamaktadır. Bu nedenle, zararlı mikro-alg aşırı üremeleri (HAB, harmful algal blooms) ifadesinin kullanılması daha doğru olacaktır. Günümüzdeki kullanımı ile zararlı mikro-alg aşırı üremeleri biota’da yer alan diğer canlılara zarar vermek koşulu ile deniz suyu rengini değiştirsin ya da değiştirmesin, zehirli ya da zehirsiz tüm fitoplankton aşırı üremelerini ifade etmektedir. Bu tanımla, toksik olmasa da, köpük, musilaj veya seta gibi dikensi çıkıntıları ile diğer organizmalara hasar veren türler de ele alınmaktadır. IOC-HAB bürosu özellikle red-tide deyiminin kullanılması konusunda dikkatli olunması gerektiği ve bu kelimenin tüm mikro-alg aşırı üremesi olaylarını tehlikeli olarak tanımlayarak antipati yarattığını belirtmektedir. Zararlı mikro-alglerin ekosistem ve besin zincirinde oluşturdukları hasarlar çok boyutludur. En önemli olumsuz etki aşırı üremiş olan zehirli mikro-algin sudan midye veya istiridye tarafından besin olarak alınması ile başlar. Deniz ve tatlı su kabuklu yumuşakçaları besin toplayabilmek amacı ile fazla miktarda suyu filtre ettiklerinden çok kısa bir sürede zehirli mikro-algleri vücutlarında konsantre ederek insan yada diğer tüketiciler için zehirli bir hale gelirler. Bu midye ve istiridyelerin yenilmesi ile zehirlenme olayı başlar ve belirtilerine göre paralitik, diyeratik, nörotoksik, amnezik ve azaspirasid tip kabuklu zehirlenmesinden söz edilir. Kabuklu Toksinleri -Paralize edici toksinler (PSP) (Paralytic Shellfish Poison, Saxitoxin) -İntestinal Toksinler (DSP) (Diarrhetic Shellfish Poison, Okadaic acid) -Amnetik Toksinler (ASP) (Amnesic Shellfish Poison, Domaic acid) -Neurotoksik Toksinler (NSP) (Neurotoxic Shellfish Poison) - Yessotoksin (YSP) - Azaspirasit (AZP) -Goniodomin (Thymustoxic) -Siguatera (CFP) Balık Toksinleri -Primnesin (Prymnesin) -PSP -Polyetherler (Polyethers) -Fikolipidler (Phycolipids) -Haemolizinler (Haemolysins) Kompleks Toksinler Mikrosistin Nodularin Anatoksin-A Anatoksin-B Slindropermopsin Mikro-alg Aşırı Üremelerine Karşı Eylem Planları ve Mücadele Mikro-alg aşırı üremeleri dünya genelinde 21. yüzyılın en önemli sorunlarından biridir. Esas olarak mikro-alg aşırı üremeleri ile mücadelede: Eğitim ve izleme Azaltma ve kontrol Aşırı üremenin kontrolü Deniz Ürünü Yetiştirme Çiftliklerinde Azaltıcı Yöntemler Deniz Biyotoksinlerinin Kimyası Taksonomik olarak bu grup maddeler orijinine göre; 1.1 Mikroalgler (Phytoplanktonlar) 1.2 Dinoflagellatlar 1.3 Haptofitler 1.4 Diatomlar 1.5 Rapidofitler 1.6 Cyanobacteria 1.7 Cysts, 1.8 Deniz hayvanları Phanerotoxic, bütün vücut dokuları toksik olanlar Cryptotoxic olarak tanımlanırlar. 1.9. Mollusklardan (80.000 sp mevcut 84 tanesi insan için toksik madde taşır). Kimyasal yapıya göre sınıflandırma 2.1-Trisiklik Perhidropurin Saxitoxin Neosaxitoxin Gonyautoxin 2.2-Peptid Pentapeptid, heptapeptid, polipeptid cyclic heptapeptid: Microcrystin, Conotoxin (Conus snail) 2.3- Pirol pirimidin Tubercidin 2.4- Hidroksiguanidin Aphantoxin 2.5- Sekonder amin Anatoxin 2.6- Polieter Brevitoxin Ciguatoxin Scaritoxin Maitoxin 2.7- Forbol esteri Palitoxin Farmakolojik etkiye göre sınıflandırma PSP (Paralytic Shellfish Poisoning) Saxitoxin, Gonyautoxine Dinoflagellates. Alexandrium acatenella, A. catenella, A. chohorticula, A. fundyense, A. fraterculus, A. minitum, A. tamarense, Gymnodium catenatum, Pyrodinium bahamense, Compressum lyngbia DSP (Diarrhetic Shellfish Poisoning) Okaidic asidDinoflagellates: Dinophysis acuta, D. acuminata, D. fortii, D. norvegia, D. mitra, D. rotundata, Prorocentrum lima. ASP (Amnesic Shellfish Poisoning) Domoik asid Diatome: Pseudo nitzschia multiseries, P. pseudo delicattisima, P. autralis. NSP (Neurotoxic Shellfish Poisoning) Ciguatera balık zehiri (Ciguatera toxin) Dinoflagellates: Gymnodium breve, Oscillatoria, Anabaena, Aphanizomenon Hepatotoksik :Microcystin membran kanala etkilidirler. Brevetoxin, tetrodoxin, saxitoxin, Kalp adelesine etkilidir; Maitoxin tumör prometer; Nikotinik metil kolin reseptor: Anatoxin. Kaynakça: Deniz Kirliliği Ders Notları
  5. @m-sc-10 Teşekkürler başından sonuna güzel özetlemiş ve gözlemlemişsiniz.
  6. Merhaba arkadaşlar ''Komodoil'' adında hint yağı bitkisinden elde edilen bir anti-kanser ilacı hakkında bilgisi olan var mı ? Tedarik ve etki !
  7. Kesinlikle katılıyorum ve değişmesi gereken şeylerin farkındayım. Bizlerin bu konudaki görevi insanlara sosyal medya veya bilhassa birebirde onları aydınlatmak ve bilgilendirmek olmalı. Bu tarz şeyleri gördükçe şahsi ve BG twitter sayfalarından'da Darwin ve evrim veyahut yanlış aktarılan konularda bilgilendirme yapmaya çalışıyorum. Açıkçası belirtmeliyim ki bu dönemde bir çocuk sahibi olmak gerçekten büyük bir cesaret umarım onu/onları gelecekte güzel günler bekler.
  8. 19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramınız kutlu olsun Geçtiğimiz günlerde MEB'in yayınladığı 2 soru ile karşılaştım ve geldiğimiz nokta beni derin bir şekilde üzdü. Bilimden bu kadar uzak bu derece bağnaz düşüncelerin olması geleceğimizin daha'da karardığının bir kanıtı niteliğinde yorumlarınızı bekliyorum. Ayrıca Atatürk'ün eğitim ilkelerine'de yer vereceğim; https://pbs.twimg.com/media/DdkHdA9WAAARyv5.jpg:large MEB tarafından hazırlanmış sorular (2017-2018) 1. Eğitimde Kadın Erkek Eşitliği Atatürk, kadınlarımızın ve kızlarımızın erkekler gibi eğitimin her kademesinden yararlanmaları için büyük bir çaba sarf etmiştir. Bu konudaki fikirlerini şu sözleri ile çok açık bir şekilde yansıtmaktadır. "Bir içtimai topluluk, bir millet, erkek ve kadın denilen iki cins insandan oluşur. Mümkün müdür ki, bir toplumun yarısı topraklara, zincirlere bağlı kaldıkça diğer kısmı göklere yükselebilsin?"(30.08.1925, Kastamonu) Büyük Atatürk, her iki cinsin beraberce eğitilerek ve çalıştırılarak gelişmesinin sağlanabileceğini savunmuş ve uygulamıştır. 2. Eğitimin Yaygınlaştırılması - Bilgisizliğin Ortadan Kaldırılması Atatürk, milli eğitimin memleketin en uzak köşelerine kadar yaygınlaştırılmasını, bilgisizliğin yok edilmesini; eğitimin yetişkinleri de kapsamasını istemiş ve uygulamıştır. "Hedefe yalnız çocukları yetiştirmekle ulaşamayız. Çocuklar geleceğimizdir... Anne ve babaları da eğitilmelidir ki, çocuklarını iyi yetiştirsinler." 3. Eğitimde Uygulamaya Önem Verilmesi Milli eğitimin sadece bir süs gibi düşünülmemesi, kişilere ve topluma yarar sağlaması, Atatürk´ün üzerinde durduğu önemli noktalardan biridir. "Eğitim ve öğretim yönetiminin işe ve uygulamaya dayanması ilkelerine uymak şarttır." (1923) 4. Milli Eğitim Sistemi Bilime Dayalı Olmalıdır. Atatürk, eğitim sisteminin, eğitim programlarının bilimsel olmasının önemi üzerinde durmuştur ve bu konuya çok önem vererek izlemiştir. Bu konudaki sözleri şunlardır. "Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, muvaffakiyet için en hakiki yol gösterici ilimdir, fendir, ilim ve fennin haricinde yol gösterici aramak gaflettir, cehalettir, delalettir." "Milletimizin siyasi, içtimai hayatında, milletimizin fikri terbiyesinde de rehberimiz ilim ve fen olacaktır." 5. Eğitimde Laiklik İlkesi Bu ilke medreselerin kapatılması, Öğretim Birliği Kanunu ile kadın ve erkeklere eşit imkan sağlanması gibi tedbirlerle; 1924´ten itibaren uygulanmaya başlamıştır. Laiklik ilkesi 1928 Anayasası´nda yer almıştır. "Laik eğitim, eğitimin milliliğinin ve bilime dayalı olmasının da baş desteğidir." 6. Türkiye Cumhuriyeti´´nin Korunması Bu, Atatürk´ün titizlikle üzerinde durduğu konu olmuştur. "Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsil ne olursa olsun, özellikle ve her şeyden önce, Türkiye´nin istiklaline, kendi benliğine, bütünlüğüne, milli ananelerine düşman olan unsurlarla mücadele etme gereği öğretilmelidir." 7. Milli Eğitimde Disiplin "Hayatın her çalışma safhasında olduğu gibi, özellikle öğretim hayatında, sıkı disiplin başarının şartıdır." 8. Öğretmen ve Eğiticilere Önem Verilmesi "Sizin başarınız, Cumhuriyet´in başarısı olacaktır."diyen Atatürk, iyi eğiticiler olmadan, iyi eğitim olmayacağını iyi biliyordu. 9. Yüksek Öğretimde Reform 1933: İstanbul Darülfünunu kapatıldı. İstanbul Üniversitesi kuruldu. 1925- 1936 : Ankara´da yeni fakülte ve yüksek okullar kuruldu. 10. Bilim Adamlarına Hitaben "Ordunun ve devletin doğru yönetilmesi ile ilgili emirler verebilirim. Ama bilim alanında emir veremem. Bilim adamlarının beni aydınlatmasını isterim. Bana bilimin doğru yolunu gösterin ki onu izleyebileyim." "Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden sonra, akıl ve ilmin kılavuzluğunu kabul edenler benim manevi mirasçım olurlar." Diyen Atatürk, bilime ve bilim adamlarına ne kadar önem verdiğini kendi sözleri ile her yerde ifade etmiş ve uygulamaları ile de göstermiştir. KAYNAKLAR : Atatürkçü Düşünce - Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, 1992. Genelkurmay, Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Yayınları, Atatürk Haftası Armağanı, Ankara. 1995 (4 ve 9 sayfaları arası bu kaynaktan değiştirilmeden alınmıştır.) https://i.sozcu.com.tr/wp-content/uploads/2015/11/10/ataturk_harf-devrimi1.jpg
  9. Genom Hastaliklarini Düzenlemede CRISPR/Cas9’u Kullanmak Hiç şüphe yok ki CRISPR/Cas9 teknolojisi genom düzenleme alanında büyük bir atılım olmuştu. Aralık 2013’ te Cell Stem Cell dergisinde yayınlanan iki çalışmanın ardından bu teknolojinin laboratuvarda başarı sağlaması klinikte de yerini bulabiliceğini gösterdi. Çin Bilimler Akademisi'nden Jinsong Li'nin önderliğindeki bir ekip, farelerde kataraktlara neden olan dominant mutasyona sahip bir gende Cas9 mRNA'sı ve zigotlarda bu mutant alleli hedefleyen bir gRNA'nın ortak enjeksiyonuyla düzeltilebileceğini buldu. Hollanda Hubrecht Enstitüsünde Hans Clevers liderliğindeki bağımsız bir ekip, kistik fibrozlu hastaların bağırsak kök hücrelerinde homolog rekombinasyon ile kistik fibroz transmembran iletken reseptörünü (CFTR) düzeltmek için CRISPR/Cas9 genom düzenleme sistemini kullandı. Soldaki Crispr ile katarakt tedavisi yapılmış fare. Sağdaki kataraktlı kontrol faresi. Jinsong Li. CRISPR ile düzenleme California Üniversitesi Berkeley'den her iki çalışmada da yer almayan bir Addgene mudisi ve CRISPR uzmanı olan Jennifer Doudna "Bu iki makaleyi gördüğümde çok heyecanlıydım," dedi. "Bunlar, gerçek olarak fenotipik etkiye sahip iki hastalıkta nokta mutasyonlarının düzeltilmesi için genom düzenlemenin kullanılmasının ilk doğrudan gösterimidir". Diğer genom düzenleme tekniklerine kıyasla CRISPR/Cas9‘un farkı, kullanım kolaylığıdır. "Bu oldukça basit bir teknoloji," diye açıklıyor Doudna, teknolojiyi bu kadar kolay erişilebilir hale getirmedeki rolü için Addgene'e borçlu olduklarını açıkladı."Bu nedenle, teknolojinin farklı laboratuarlarda farklı uygulamalar için benimsendiğini görüyoruz." Li’nin ekibi, CRISPR/Cas9'un çok çeşitli organizmalarda mutasyonlar üretmek için kullanıldığına dikkat çekti ancak etkili bir şekilde hastalığı düzeltme potansiyeli henüz gerçekleşmedi. Araştırmacılar, Crygc olarak bilinen ve farelerde baskın bir katarakt bozukluğuna neden olan tek gen kopyasının potansiyelini keşfetmeyi seçti. Tüm bunlar söylendiğinde ve yapıldığında, araştırmacılar 24 farenin hastalığını iyileştirmişti. Bu sırada Hans Clevens ve çalışma arkadaşları CRISPR’ı, iki sistik fibroz hastasından izole edilen yetişkin kök hücrelerdeki hastalık tedavisinin düzeltmede uyguladılar. Klonla büyütülmüş organoidlerdeki genin işlevsel olarak düzeltilmesini gösterebildiler. Kistik fibroz çalışmasının ilk yazarı olan Gerald Schwank, "Organoid kültürlerdeki yetişkin kök hücrelerin genomları kararlı olduğu için bu hücrelerdeki CRISPR tedavisi büyük potansiyele sahiptir" dedi. Bununla birlikte, hastalık çoklu organ sistemlerini etkilediğinden; kistik fibroz, gen terapisi için en uygun aday olmayabilir. Not: Gün geçtikçe çalışma sayısı delicesine artan geleceğin meslekleri arasında gösterilen genom mühendisliği şu an hız kesmeden yoluna devam ediyor. Özellikle siz sevgili Biyolog arkadaşlarımı bu yapılanmanın içerisinde görmek ileri ki günlerde bizleri mutlu eder. Araştırın ilgilenin ve daha çok bilin! Kaynak: CRISPR Genom Modifikasyonları T101
  10. MehmetEmin

    İnsan Neden Var ?

    @Biyoloji Günlüğü Katılıyorum zaten tüm bunlar mutlak sonumuzu hazırlayan şeyler.
  11. İNSAN NEDEN VAR ? Ya da daha doğru bir soru kalıbı ile; bizim doğadaki görevimiz, ekolojik nişimiz nedir? Aslına bakarsanız araştırma yaptığınızda bir çok kaynaktan çıkan farklı sonuçları göreceksiniz yani tam bir fikir bütünlüğü yok. Çoğu ‘’bilim’’ sayfası nedendir bilinmez ütopik ve aşırı dini figürler taşıyan görüşler bildirmiştir. Sizler için bu yazıda görüşümü bildirmeden önce temel kavramlara ve bulabildiğim en mantıksal cevaplara değineceğim. Ekolojik Niş Her canlının ekosistemin yapısı ve fonksiyonu üzerine kendine özel rolü vardır, bu role ekolojik niş denir. Canlının ekolojik nişi onun ortamda bulunabilmesi için gerekli bütün olayları içine alır-yaşayabilmesi, sağlıklı kalabilmesi ve üreyebilmesi için bütün fiziksel, kimyasal ve biyolojik faktörler. Ekolojik nişi canlının çevresini saran diğer fiziksel faktörler, ışık, sıcaklık, nem de etkiler. Yine canlının besinini sağladığı canlı, onun besin olduğu canlılar, rekabet ettiği canlılar onun nişini belirler. Dolayısıyla niş canlının toplam adaptasyonunu ve yaşam tarzını belirler. Bir canlının ekolojik nişinin belirlenmesi anlaşılacağı üzere sayısız boyutlardadır. Sonuç olarak bir biyotik toplumda bir organizmanın işine veya toplam rolüne ekolojik niş adı verilir. Dünyanın çeşitli yörelerinde birbirleri ile alakasız türler, birbirlerinin aynı olan veya çok benzeyen nişler işgal ederler. Örneğin çayır alanlarında ot yiyen hayvanların ekolojik nişleri veya fonksiyonları Kuzey amerikada bizon veya sığırlar tarafından, Avustralya’da ise kangurular tarafından işgal edilir. Fakat belirli bir toplumda iki ayrı tür hiç bir zaman aynı nişi işgal edemez. Daima bunlardan biri hakim olur. Besin maddesi, sığınacak yer ve alan bakımından aralarında meydana gelen rekabet, birinin yok olmasıyla sonuçlanır. Rekabet Üstünlüğü İki tür birbirine çok benziyor ise, ekolojik nişler çakışır. Tamamen aynı ekolojik nişe sahip iki tür aynı toplumda yer alamaz, rekabet sonucu biri diğerini ortamdan siler. İki farklı tür aynı gıda maddesi için rekabet edebilir, sadece sayıları azalır fakat, bu aynı tür olunca bir arada var olmaz, rekabet gücü yüksek olan diğerine yaşam alanı bırakmaz. 1934 yılında A.F. Gause iki protoza türü Paramesium aurelia ve Paramesium caudatum türlerini ayrı ayrı kaplarda ve aynı kaplarda yetiştirerek şu sonuca varmıştır. Bu iki türün gereksinimi aynıdır, aynı besin içeren ayrı kaplarda birim zamanda üreme hızları aynıdır, bir arada yetiştirildiğinde P.aurelia daha hızlı besin tüketip ürediğinden P.caudatum’un ölümüne neden olmaktadır. Bu bilgilerin yanında kısaca bir de iki canlı ilişkisini konu alan yaşam tiplerine yani ‘’Simbiyoz’’ yaşamlara değinelim; Mutalizm: Mutlu birlikletelik, yani her iki canlıda bu birliktelikten zarar değil fayda sağlamakta ve birlikte yaşamakta örneğin; İnsan ve insanın bağırsaklarında yaşayan mutalist bakteriler. Kommensalizm Ortaklardan birisi fayda görürken, diğeri ne fayda ne de zarar görür. Örneğin Echeneis ile köpek balığı arasındaki ilişki. Köpek balığı yakaladığı avla beslenirken, etrafa yayılan küçük parçalar ile de echeneis balığı beslenir. Parazitizm Ortaklardan birisi fayda görürken diğeri zarar görür. Parazit olan canlı, konak canlı üzerinde barınır ve yaşaması için gerekli olan besinleri konak canlıdan alır. İç parazit canlılar hazır sindirilmiş besinler ile beslendiklerinden bu canlılarda tam olarak sindirim enzimleri gelişmemiştir. Buna karşılık üreme sistemleri iyi gelişmiştir. Örneğin sıtma etmeni Plazmodyum. Bit, pire, kene gibi dış parazitler ise sindirim sistemine sahiptir. Ökse otu gibi parazit bitkiler su ve inorganik maddeleri üzerinde yaşadığı bitkinin odun borularından alarak klorofilleri sayesinde kendi besinlerini üretirler. Bu tip canlılara yarı parazit denir. Küsküt, canavar otu gibi bitkiler ise organik besinlerini yaşadıkları bitkinin floeminden karşılar, klorofilleri yoktur. Bunlar tam parazit bitkilerdir. http://cdn.webtekno.com/media/cache/content_detail_v2/article/20785/bir-insan-en-fazla-ne-kadar-yasayabilir-sorusunun-cevabi-bulundu-1475761151.jpg İnsanın Ekolojik Nişi Genellikle bitki ve hayvanlar, iklim ve çevre faktörlerinin değişmesine karşı tahammüllü olmadıklarından, ekosferde belirli yaşama yerlerine sıkışıp kalmış durumdadır. Sadece sinekler, hamam böcekleri, fareler ve insanlar gibi bazı türler çevreye kolayca adapte olabilmekte ve gezegenimizin büyük kısmı üzerinde yaşayabilmektedir. Beslenme nişi olarak insan bazı bölgelerde et obur, bazı bölgelerde ise ot oburdur. Genellikle ise hem et hem bitkisel gıdalarla beslenir. İnsanın hakim durumu daha önce başka hiçbir tür tarafından işgal edilmemiş yeni bir enerji nişi işgal etmesinden ileriye gelmektedir. İnsan fosil yakıtlarda depo edilmiş güneş enersini ve nükleer enerjiyi kullanarak doğrudan doğruya güneş enerjisine bağımlı kalmaktan kurtulmuştur. Kömür, petrol ve doğal gaz sayesinde milyonlarca yıl öncesinde kimyasal enerji olarak depo edilmiş güneş enerjisinden istifade etmektedir. İnsan yer yüzünün büyük bir bölümünü değiştirecek tek canlı türüdür. Büyük nüfus artışı ve gittikçe artan hırs nedeniyle sınırlı enerji ve diğer doğal kaynaklara karşı rekabet ve mücadele artmıştır. Gerçekten dünya nüfusunun üçte birinden daha azı, yüksek, geri kalan üçte ikisi ise alçak bir enerji nişi işgal etmektedir. Bu durum açıkça çevre krizinin neden bir enerji krizi olduğunu da göstermektedir. Fosil yakıtların yakılması sonucu küresel ısınma, asit yağmurları, nükleer enerji kazaları, suların kirlenmesi, tropikal ormanları yağmalanması büyük ekosistem değişmelerine ve çevre krizlerine yol açmaktadır. En basit ve doğru tanımlarla yukarıda ki açıklama kabul edilebilir. Ancak en sevdiğim tarafı yine insanın kendine toz konduramamasıdır. Yukarıda saydığımız simbiyoz yaşam biçimlerinden sizce hangisiyiz? Tabi ki yaşadığımız doğa içerisinde bulunan en kuvvetli parazitiz. Bugün tükettiğimiz besinlerin atıklarından tutun, kullandığımız her tür yaşamsal maddenin doğaya zararı var ve tahribat gün geçtikçe artıyor, geri dönülmez bir boyuta geliyor. Evet evren çok büyük belki başka yaşanacak yerlerde bulacak insanlık, ancak hiçbiri evimiz ‘’Dünyamız’’ kadar güzel olamayacak. Ona sahip çıkmalıyız. Kaynak
  12. Tartışma Uzun zamandır düşündüğüm ve çeşitli tatmin etmeyen cevaplar bulduğum bir konu. İstisnalar hariç tüm canlılarının bir ekolojik nişi (görevi) vardır. Ekolojik niş konusu biyoloji öğrenimim boyunca hep ilgimi çekmiş ve üzerinde derin düşüncelere daldığım bir konu olmuştur. Hocalarıma bu soruyu yönelttiğimde kimisi cevap veremedi kimisi ise kısıtlı cevaplar verdi. Sizlerden isteğim internet veya bir kitaptan yararlanmadan öz kendi cümlelerinizle düşüncelerinizi yorum şeklinde aktarmanız. İlerleyen günlerde ben de bu konu hakkında küçük bir derleme yayınlayacağım.
  13. Tohumlu/Çiçekli bitkiler sistematiği çalışıyordum. Monoik/Dioik bitki farkının forumda olmadığını görüp eklemek istedim MONOİK VE DİOİK BİTKİ NEDİR? Dişi ve erkek çiçekler aynı bitki üzerinde bulunuyorsa; böyle bitkilere monoik (tek evcikli), farklı bitkiler üzerinde bulunuyorsa; dioik (çift evcikli) bitki adı verilir. →Tam çiçek taşıyan bitkilerin hepsi monoiktir. Örnek: Kiraz, kayısı, gül, turunçgiller, karanfil, papatya, domates, lale, nergis, elma, zambak... →Eksik çiçekli bitkilerin bazıları monoiktir. Örnek: Mısır, çam →Eksik çiçek taşıyan bitkilerin büyük bir kısmı dioiktir. Örnek: İncir, dut, kavak, kenevir, ceviz, hurma, fındık, söğüt, kavak Kaynak: Biyodoc
  14. MehmetEmin

    Dikkat Tardigrad geliyor!

    @Cenk Önsoy hahah
  15. MehmetEmin

    Dikkat Tardigrad geliyor!

    @Biyolokum ahahaha hayırrrr olamazz
  16. MehmetEmin

    Tardigradın Sırrı Çözüldü!

    @rtdurgut Ön sözde'de yazdığım gibi bence uzun yaşamanın sırrı bu kadar basit olmaktan geçiyor. Telomer çalışmalarının yanısıra şuan tardigradlar'da inceleniyor.
  17. ÖNSÖZ Bu canlı ilk keşif edildiğinde bir çok bilim adamının ve bilim severlerin dikkatini çekti. Basına ve bilimsel dünya ya ‘’Şimdiye kadar Dünya’da yaşamış en dayanıklı ve en uzun ömürlü canlı’’ olarak lanse edildi. Biz insanlar gibi ultra gelişmiş canlıların, tardigrad boyutlarında bir çok patojen veya genetik hastalıklarla başı belada. Bunları çözümlemek için çok büyük bütçeler ve zamanlar harcanıyor. Ayrıca gelişmiş geçmiş en popüler insan ideali ölümsüz olmak veya uzun/sağlıklı yaşamak. Belki de bu işin sırrını tardigrad bize söyleyebilir… Dünyanın En Dayanıklı Canlısı Tardigrad’ın Sırrı Çözüldü! Dünyanın en dayanıklı mikroskobik hayvanı olan ve radyasyona, dondurucu soğuğa ve kaynatılmaya dayanan Tardigrad isimli hayvanın DNA'sını battaniye gibi sararak koruyan bir protein olduğu keşfedildi. Bilim insanlarına göre, bu organizmanın genleri, gelecekte yaşam türlerinin radyasyon ve X ışınlarından korunması için kullanılabilir. Tardigrad isimli su ayısının 'dünyanın en dayanıklı hayvanı' olmasını sağlayan genetik şifresi çözüldü. Tokyo Üniversitesi'nden bir ekip tarafından yürütülen ve sonuçları Nature Communications dergisinde yayımlanan araştırmada, radyasyona, dondurucu soğuğa ve kaynatılmaya dayanan su ayısının, DNA yapısını battaniye gibi sararak koruyan bir protein keşfedildi. DSUP PROTEİNİ, DNA'NIN RADYASYONDAN ÇOK DAHA AZ ZARAR GÖRMESİNİ SAĞLIYOR Profesör Takekazu Kunieda ve meslektaşlarının, 'Dsup' adı verilen bu proteini üreten insan hücreleri geliştirdiği, niteliği değiştirilmiş insan hücrelerini radyasyona maruz bıraktığı ve Dsup proteininin, DNA'nın çok daha az zarar görmesini sağladığının gözlemlendiği kaydedildi. DNA'LARININ BİR BÖLÜMÜNÜ 'YATAY GEN TRANSFERİ' SÜRECİNDE BAKTERİLERDEN ALIYOR Su ayıları hakkında 2015 yılında yapılan bir araştırma da hayvanların DNA'ların bir bölümünü, yatay gen transferi adı verilen bir süreçle bakterilerden aldığını göstermişti. Dünya üzerinde 800'den fazla nitelikleri tanımlanan su ayısı türü bulunuyor, binlercesinin ise henüz adlandırılmadığı ifade ediliyor. Su ayıları, topraktan ve deniz tabanlarından Antarktika'daki buzullara kadar su olan her yerde yaşayabiliyor. Kaynak: Sputnik
  18. MehmetEmin

    Dikkat Tardigrad geliyor!

    Cenk bey bir yolunu bularsanız beni de alın
  19. TARDİGRAD Mutlak sıfıra yakın sıcaklık, tam vakum ortamı ve kozmik radyasyon… Bir canlı için belki de en zorlu koşul, uzay boşluğu olsa gerek. Bir insanın uzay boşluğuna korumasız olarak çıkması, saniyeler içinde donmasına, akciğerlerinin çökmesine, kanındaki tüm oksijenin gaza dönüşmesine neden olabilir. Durum, bizim gibi kompleks canlılar için bu kadar vahim iken, sıra dışı bir canlı türü, uzay boşluğunda zarar görmeden günlerce hayatta kalabiliyor. Tardigrad’lar… Günümüzde, Tardigrada şubesine bağlı 1000 farklı Tardigrad türü tanımlanmış durumda. Habitatları o kadar geniş ki, Himalaya’lardan(+6000 metre) derin denizlere (-4000 metre), ekvatordan kutuplara kadar her yerde bu türlere rastlamak mümkün. Aynı zamanda, göl, tatlı su kaynakları, taş duvarlar ve çatı gibi daha ılımlı ortamlarda da bu canlılar görülebiliyor. Genellikle nemli ortamlarda yaşayan bu türler, düşük nem ortamlarında da hayatta kalabiliyor. Tardigrad’ların popülaritesi de yaşadığı çevrelerin bu aşırı özelliklerinden kaynaklanıyor. Bir çok canlıyı öldürebilecek olan ortamlarda hayatta kalabiliyor. Mutlak sıfıra (−273 °C) yakın sıcaklıklarda yaşayabilirken, çoğu hayvanın dayanabileceği radyasyondan 1.000 kat daha fazla radyasyona direnç gösterebiliyor. Küçük Dev! Aynı zamanda “Su ayısı” olarak da adlandırılan Tardigrad’lar suda yaşayan, mikroskobik boyutlarda ve 8 bacaklı bir hayvan türü. İlk defa 1773’te Johann August Ephraim Goeze tarafından keşfedilen tür, su içinde yaşamasına rağmen bacaklara sahip olması yüzünden “su ayısı” (Kleiner Wasser Bär) lakabını almış. Keşfinden 3 yıl sonra İtalyan biyolog Lazzaro Spallanzani tarafından “Yavaş Yürüyen” anlamındaki Tardigrada adı verilmiş. Işık mikroskoplarında rahatlıkla görünen yetişkinlerinin boyu 1.5 mm’yi bulurken, en küçükleri0.1 mm’nin altında olabiliyor. Hayata yeni başlamış bir larvalarının boyutu ise sadece 0.05 milimetre. Tardigrad’lar, silindirik bir vücuda bağlı, biraz tombul sayılabilecek 4 çift bacağa sahip. Baş kısmını saymazsak, 4 bölmeli olan vücudu, her bölmesinde eklemsiz ve 4 pençeli bacaklar barındırıyor. Pençeli bacaklar, kum tanelerine veya bitki yüzeylerine tutunmalarını sağlıyor. Kitin’den oluşan dış katmanı (kütikül) ise periyodik olarak yenileniyor. Yapısal Özellikleri Tardigrad’ların bir diğer ilginç özelliği ise “eutelic” olması. Bunun anlamı, bireylerin doğum anında sahip olduğu hücre sayısının hayatları boyunca sabit kalması. Aynı türdeki tüm bireyler de aynı sayıda hücreye sahip. Kimi türler 40.000 kadar hücre barındırırken, kimileri daha az hücreye sahip. (“Eutelic” organizmaya diğer bir örnek olarak yuvarlak solucanlar verilebilir.) Üremeleri ise eşeyli olabileceği gibi, partenogenez ile gerçekleşebiliyor. Yani dişi yumurtası, döllenmeden bir birey oluşturabiliyor. Tardigrad’lar, bizim sahip olduğumuz gibi solunum organlarına sahip değiller. Gaz alışverişi, tüm vücut yüzeyi üzerinden gerçekleştiriliyor. Ağız kısmı ise “stylet” adı verilen keskin, bıçak benzeri yapılara sahip. Bu kısımlar ile bitki hücrelerini, algleri, küçük omurgasızları ve hatta diğer Tardigrad’ları tüketebiliyorlar. Tardigrad’ları Ne Yok Eder? Hiçbir Şey! Bu canlılar üzerinde gerçekleştirilen gözlemler, bu türlerin sıcak su kaynaklarında, Himalaya’ların tepe noktalarında, katı buz katmanlarının altında ve okyanus çökeltilerinde yaşam bulabildiğini gösteriyor. Şimdi Tardigrad’ların dayanabildiği bu aşırı çevre şartlarına biraz değinelim, ardından bu dirençlerini neye, hangi mekanizmalara borçlu olduklarına inceleyelim.. Sıcaklık: Tardigrad’lar, 151 °C sıcaklıkta dakikalarca hayatta kalabiliyor. Aynı şekilde -200 °C’de de zarar görmeden günlerce yaşayabiliyor. Mutlak sıfırın 1 °C üstünde (-272 °C’de) de bir kaç dakika boyunca canlı kalabilir. Basınç: Bu türler, aşırı derecede düşük basınçta (vakum ortamında) da canlı kalabiliyor. Benzer şekilde atmosferik basıncın 1200 katı kadar yüksek basınçlarda da canlılığını kaybetmiyor. Yapılan önceki uzay deneylerinde, uzay vakumuna doğrudan 1o gün boyunca maruz kalan Tardigrad’ların Dünya’ya geri getirildiklerinde canlı kaldığı görülmüş. Tardigrad’ların bazı türlerinin ise atmosferik basıncın 6000 katına dayandığı bilinmektedir. Ki bu basınç, okyanus tabanının en derin noktasındaki (Mariana Çukuru) basıncın yaklaşık 6 katı. Susuzluk: Tardigrad’lar, mutlak kuru bir ortamda 10 yıl boyunca hayatta kalabilmektedir. Radyasyon: Çoğu canlı için ölümcül radyasyon seviyelerinde, Tardigrad’lar hayatta kalabilir. 5000 Gy ve 6200 Gy gibi radyasyon seviyelerinde hayatta kaldığı gözlemlenmiştir. Kıyaslama yapmak istersek, insanlar için 10 Gy’nin ölümcül olduğunu söylemek yeterlidir. 2007 Ekim’de gerçekleştirilen Foton-M3 adlı uzay uçuşu sırasında kozmik radyasyona maruz kalan Tardigrad’lar Dünya’ya geri döndüklerinde%68’den fazla oranda hayatta kalabilmiş ve hatta sağlıklı yavru verebilmiştir. Mayıs 2011 yılında Endeavour mekiğinin son görevi STS-134’te de Tardigrad’lar üzerinde yoğun çalışmalar gerçekleştirilmiştir. Çevresel Toksinler: Tardigrad’ları chemobiosis adı verilen evreye girerek, çevresel toksinlere karşı yüksek direnç gösterebilirler. Ancak, bu konuda gerçekleştirilen laboratuvar çalışmaları hala sürmektedir. Peki Nasıl? Peki Tardigrad’lar bu aşırı ortamlara nasıl dayanabiliyorlar? Öncelikle, şunu belirtmekte fayda var: Yukarı sayılan aşırı koşullarda, Tardigrad’lar aktif olarak hayatta kalmıyorlar. Onun yerine Cryptobiosis adı verilen yarı-ölü evreye geçiyorlar. Kış uykusuna benzer bu evrede, metabolizma hızı neredeyse sıfırlanıyor. Cryptobiosis evresinde en belirgin değişikliklerden biri ise programlı su kaybı. Aşırı düşük sıcaklıklarda, Tardigrad’ların vücutlarındaki su oranını %85’ten %3’e kadar azalıyor. Bu şekilde, düşük sıcaklıklarda vücut suyunun donması ile meydana gelecek hasarlar önlenmiş oluyor. (Donma sırasında meydana gelen en büyük hasar, hücre içindeki suyun kristalleşerek hücre zarlarına fiziksel zararlar vermesidir.) Tardigrad’lar hücrelerindeki suyu atarak, olası kristallenmeleri önlüyor. Bu direnç mekanizmasına da Cryobiosis adı veriliyor. Su kaybı, radyasyon direncinde de rol alıyor. Bu konu ile ilgili çalışmalar sürse de, temel direncin, vücutlarındaki düşük seviye sudan geldiği öne sürülüyor. Radyasyonun hücre içinde meydana getirdiği reaktif moleküller, susuz ortamda tepkime veremiyor. Düşük miktarda su, olabilecek “zararlı” reaksiyonların da meydana gelme riskini bu şekilde azaltıyor. Tardigrad’lar vücutlarındaki tüm suyu attıklarında, kıvrılıp şekil değiştirerek “tun” adlı formu alıyor. Bu durumda, metabolizma, normal seviyesinin %0.01’inden daha az seviyede çalışıyor. Vücutlarındaki su seviyesi ise normalin %1’ine kadar inebiliyor. Tardigrad’lar Üzerine Gelecek Çalışmalar Cryptobiosis üzerinde gerçekleştirilecek çalışmalar, Tardigrad’ların bu “hayatta kalma becerilerini” diğer organizmalara da uygulanmasını sağlayabilir. Nitekim, 2004 yılında bu konu ile ilgili gerçekleştirilen çalışmalar, aşı teknolojilerinde bazı gelişmeleri sağlamış bile. Cryptobiosis özelliği ile, bazı patojenleri öldürmeden kurutmak mümkün. Bu sayede, aşının içeriğindeki “zayıflatılmış organizmalar” kuru şekilde saklanabiliyor. Genel kullanıma açılırsa “kuru aşılar”, soğutuculara gereksinimi ortadan kaldıracak, dağıtım ve depolama açısından önemli avantajlar yaratacak. Benzer teknolojiler, spermlerin, tohumların kanın ve farklı gıdaların saklanması için de ileride kullanılabilir. Kim bilir, olası insan uygulamalarında, gezegenler arası yolculuklarda, dondurarak uyutma işlemi pek ala mümkün olabilir. Kaynaklar: Illionis Wesleyan University, Species Distribution Project (http://www.iwu.edu/~tardisdp/tardigrade_facts.html) Encyclopedia of Life, Tardigrada (http://eol.org/pages/3204/overview) Wikipedia, Tardigrada (http://en.wikipedia.org/wiki/Tardigrade) BBC Nature, Tardigrades: Water bears in space (http://www.bbc.co.uk/nature/12855775) BBC News, High hopes for fridge-free jabs (http://news.bbc.co.uk/2/hi/health/3754504.stm)
  20. CRISPR İle HIV-1 Virüsü Hedefleme Şu anda dünya genelinde 25 milyondan fazla insan HIV-1 lentivirüs ile enfekte durumdadır. Bugün, antiviral tedavilerle virus kanda bulanamayacak şekilde HIV-1 kontrol altına alınabilir. Ancak virüs tamamen kaybolmaz; latent enfekte hücrelerde saklanır. Gerçekten HIV-1'i tedavi etmek için, araştırmacılar bu gizli viral rezervuarları yok etmelidirler ve CRISPR bu zor işi başarmanın yolu olabilir! Temple Üniversitesi'ndeki Kamel Khalili'nin laboratuarı, CRISPR-HIV terapötikleri için 2 potansiyel strateji sundu. İlki dCas9-SAM kullanarak HIV-1 transkripsiyonunu aktive etmek ve enfekte olmuş hücreleri yok etmek, diğeri ise doğal tip Cas9 kullanılarak enfekte olmuş hücrelerden HIV-1 genini çıkarmak CRISPR'nin HIV 1 ile in vitro koşullarda nasıl boy ölçüşebileceğini ve klinik başarı için hangi engellerin üstesinden gelmesi gerektiğini öğrenmek için okumaya devam edin. ART ve HIV-1 Rezervuarlar HIV-1, bağışıklık sisteminde, özellikle CD4+ T hücrelerine enfekte olur ve neticede tedavi edilmemiş bireylerde edinilmiş immün yetmezlik sendromuna (AIDS) yol açar. AIDS'in semptomları hızlı kilo kaybı ve sağlıklı bireylerde genellikle görülmeyen fırsatçı enfeksiyonlar da dahil olmak üzere, genel enfeksiyon riskindeki artışı içerir. Antiretroviral tedavi (ART) plazmadaki HIV-1'i neredeyse elemine eder ve HIV-1 hastalarının yaşam beklentisini ve kalitesini artırabilir. Bununla birlikte, ART HIV-1'in tamamen iyileşmesini sağlamaz. ART'yi durduran hastalarda, latent enfekte hücrelerde bulunan viral rezervuarlar nedeniyle viral düzeyler kısa zamanda tedavi öncesi seviyelere yeniden yükselir. ART ile tedavi edilen hastaların plazma HIV-1 seviyeleri düşmüş olmasına rağmen bu hastalar demans, bağırsak bozuklukları, sinir hasarı ve kalp hastalığı gibi diğer kronik hastalıklar için yüksek risk altındadırlar. Artan kronik hastalık riski latent HIV rezervuarlarına, kronik inflamasyona ve ART'nin negatif metabolik etkilerine bağlıdır. Vücut neden bu rezervuarları yok etmek için immun yanıt oluşturamıyor? Esasen bağışıklık sistemi, yanıt vermesi gereken herhangi bir tehdit görmemektedir. Latent enfekte hücreler viral proteinleri çok az ürettikleri ya da hiç üretmedikleri için immün sistemden kaçarlar. Bu sorunu çözmek için iki strateji öne sürülmüştür. Birincisi, "şokla ve öldür", latent HIV'in reaktive olmasıyla enfekte olmuş hücrelerin viral proteinler üretmesini ve sitotoksisite ya da immun yanıt yoluyla ölmelerini hedefler. İkinci strateji ise; HIV-1 genomunun enfekte olmuş hücrelerden basitçe çıkarılmasıdır ve bu CRISPR'nin ortaya çıkışı ile daha gerçekçi bir fikir haline gelmiştir. Kaynak: CRISPR Genom Modifikasyonları T101
  21. ÖNSÖZ Belki de insan yaşamını anlamlı kılan en önemli şey yaşadığımız iyi/kötü hatıralar ve yaşattıklarımız. Sosyokültürel kimliğimizi ve toplumdaki yerimizi bulmak için bu hatıralara ihtiyaç duyarız. Bazense bir sınavda aklımıza gelmeyen bir bilgi veya ezberlediğimiz bir şarkıyı unutmak gibi olumsuz durumlarla karşılaşırız. Peki beyin hatırlayamadığı bilgilerin yerini uydurma bir şekilde doldurur mu ? Bugün size bunu bir ‘’Amnezi’’ hastası olan Matthew’ in hayatından kesitlerle açıklamaya çalışacağız. AMNEZİ Amnezi gerçekler, bilgiler ve deneyimler gibi hatıraların kaybını tanımlar. Kim olduğunu bilememek filmlerde ve televizyonda sıkça rastladığımız bir konu olsa da gerçek hayatta amnezi genellikle kimlik bilgisinin yitirilmesine neden olmaz. Bunun yerine amnezi veya diğer adıyla amnestik sendrom hastasının çoğunlukla bilinci yerindedir ve kim olduğunu biliyordur, ancak yeni bilgi edinmekte veya yeni hatıralar oluşturmakta güçlük çekebilir. Amnezi için belirli bir tedavi yoktur, ancak bellek geliştirme teknikleri ve psikolojik destek, amnezi yaşayan kişilerin ve ailelerinin başa çıkmasına yardımcı olabilir. Bazı rahatsızlıklar insanda yanlış hafıza kayıtlarına neden olabiliyor. Bu halde olanlar neler hissediyor? Belirsiz bir geçmişle yaşamaya alışmak nasıl bir duygu? Beyin ameliyatından birkaç ay sonra Matthew bilgisayar programcısı olarak işine geri döndü. Bunun zor olacağını biliyordu. Kalıcı bir beyin hasarı ile yaşaması gerektiğini patronuna söylemesi gerekiyordu. Görüşmelerinde patronu, işe yeniden uyum sağlaması konusunda kendisine nasıl yardımcı olabileceklerini sormuştu. Ama ertesi gün Matthew’in hatırladığı tek şey patronun onu kovacağıydı; tekrar işe dönmesine onay vermelerinin olanağı yoktu. Ve bunu çok net hatırlıyordu. Oysa doğru değildi bu hatırladıkları. Beyin hasarı sonucu oluşan “hafızada boşluk doldurma” bozukluğunun ilk belirtisiydi bu. Gerçek mi, yalan mı? Bu tür rahatsızlığı olan insanların bu yanlış anıları onların yalan söylemesiyle ilgili değildir. Hafıza oluşum süreçleri ile ilgili ciddi sorunlar nedeniyle, gerçek ile bilinçaltının ürünü olan hayali birbirinden ayırmakta zorluk çekerler. Matthew’in sorunları ilk olarak parmak uçlarında his kaybı, baş ağrısı ve çift görme gibi şeklinde başlamıştı. Şekil 1: Matthew'in sorunlarından biri de çift görmeydi. Yapılan beyin taraması, sinir dokuları çevresinde beyin omurilik sıvısının dolaşmasına yardımcı olan ventriküllerden birinin girişinde bir kist olduğunu gösterdi. Bu kist, sıvının çıkışını engelliyor ve beyin dokusunu sıkıştırıyordu. Genişleyen ventrikül ayrıca optik sinirlerden birini baskıladığı için çift görme sorunu oluyordu. Doktorlar kafatasında bir delik açıp kistin bir kısmını almak ve biriken sıvıyı boşaltmak için Matthew’u ameliyata aldı. Fakat ameliyat sonrasında hastane odasında yatarken hafızasında sorun olduğunu fark etmişti. İnsanların odaya girip çıktığını unutuyor, sanki birden odada belirmişler gibi hissediyordu. Doktoru, bunu hatırlamayla ilgili dokulardaki hasara bağlıyordu. Hafıza boşluklardan hoşlanmaz. Matthew’in hafızası da amnezi sonucu oluşan boşlukları yaratıcı bir şekilde doldurmaya başlamıştı. Bir ara nörologlarına kızgın bir mektup yazarak hafızasında hala sorunlar olduğu için kendisini hastaneden erken çıkarmalarının yanlış bir karar olduğunu ifade etmişti. Oysa hastaneden çıkma kararı kendisine aitti. Ama doktorların çıkardığına dair yanlış bir hafıza kaydı oluşmuştu. Matthew kaygılıydı; hafızası sanki artık kendisine ait değildi. “Beyniniz sadece gerçekleri üreten bir makine değil” diyor. “Sizin algıladığınız şeylerle, yaşadığınız dünyayı anlamanız için beyninizin size ürettiği şeyler arasında bir fark oluyor” diyor. Yanlış hafıza kaydı Beynin ürettiği yanlış hafıza genellikle bir olayın nasıl olduğuna ilişkindir. Örneğin, ameliyat sonrasında işe geri döndüğünde hafıza sorununu patronlarının iyi karşılamayacağına dair kaygıları vardı. “İşverenin iş konusunda oldukça katı olduğunu biliyordum. Bu yüzden beynim onları belli bir kategoriye koymuş ve belli bir yönde davranış bekliyordu” diyor. Şekil 2: Beyinleri hasara uğramış hastaların en büyük şikayetlerinden biri de aşırı yorgunluk hissidir. Amnezi olarak da bilinen hafıza kaybı nedeniyle onlarla yaptığı toplantının ayrıntılarını hatırlamıyordu; ama beyni, hafızasındaki o boşluğu kendi beklentilerine uygun olarak doldurmuştu. Bazı yönleriyle bu inşa süreci, herkesin yaşadığı hatırlama sürecine ait abartı olarak görülebilir. Geçmişi hatırlamaya çalışırken beynimiz, olması en muhtemel ayrıntıları seçerek olayı yeniden canlandırmaya çalışır. “Beynimiz arka planda bilgi ayıklama ve test etme konusunda birçok şey yapıyor. İlgili anıların ne kadar güçlü olduğunu kontrol edip ilgisiz olanları bastırıyor” diye açıklıyor Matthew. Bu süreçte ortaya çıkan her şey normal insanlar açısından da her zaman doğru olmayabiliyor. Kazara yanlış bilgiyi çekip hiç olmamış şeyleri içeren “yanlış anılar” üretebiliyoruz. Sağlıklı beyinlere bile yanlış anılar yerleştirmek oldukça kolay aslında. Yeni Zelanda ve Kanada’da yapılan bir deneyde psikologlar, denekler gökyüzünde balon gezisine çıkmışlar gibi gösteren fotoğraflarla onlara gizlice telkinde bulundular. Fotoğraflarla ilgili konuşmalarında deneklerin yarısının buna inandığı görüldü. Kayıt altına almak Önemli ayrıntıları çoğunlukla doğru hatırlarız; ama Matthew beyin hasarı nedeniyle doğruları denetleme süreci bozulmuş, daha fazla yanlış anı üretir olmuştu. Şekil 3: Beyin zedelenmesi gerçeklik algısının ne kadar hassas olduğunu gösteriyor. Ama ondan daha kötü durumda olanlar da vardı. Bazıları gerçek olması mümkün olmayan şeyler de hatırlayabiliyordu. Örneğin bir hasta, uzay aracı inşa edip Ay’ın etrafında uçtuğunu söylüyordu. Başka bir hasta komadan uyandıktan sonra, kız arkadaşının ikiz bebek beklediğini söylemişti. Ultrason resimlerini gördüğünü ve sevgilisinin karnının fotoğrafını çektiğini hatırlıyordu. Oysa kadın hamile değildi. Matthew artık not defteri tutarak nereye gittiğini, ne yediğini, insanlarla ne konuştuğunu vs. kaydediyor. Böylece kurduğu ana çatı etrafında olayları hatırlamaya çalışıyor. Bazen bu durumda bile yanlış anılar kaydettiği de oluyor. Bu daha çok kaygı duyduğu konularda kendi kaygıları etrafında şekilleniyor. Ancak Matthew’in canını sıkan en büyük sorun bu hafıza kaybı ve yanlış anı kaydı değil. Ameliyat sonrasında hissettiği yorgunluk hala devam ediyor. “Bu yorgunluk ortadan kalktığında mutlu olurum artık. O zaman hafıza kaybı ile baş edebilirim” diyor. Geleceğin garanti olmadığının farkına vardığını söyleyen Matthew içinde bulunduğu anın tadını çıkarmaya çalışıyor. “Yaşadığınız an sahip olduğunuz tek şey” diyor. kaynak: BBC
  22. DUYURU Nesli dünya ölçeğinde tehlikede olan yelkovan kuşlarının binlercesi şu günlerde İstanbul Boğazı’nda. Yazık ki yelkovanlar balıkla beslenirken oltalara yakalanıyor. Bir kısmını doğa sever vatandaşlar kurtarırken, bir kısmı hayatını kaybediyor. İki gündür devam etmekte olan bu olağan dışı doğa olayı yelkovan kuşlarının yaşamını tehdit ediyor. Son iki günde yüzlerce yelkovanın yaşamını kaybetmiş olmasından endişe ediliyor. Durumu öğrenen pek çok kuş gözlemcisi bugün kuşları kurtarmak için boğaza akın ederken, boğazda balık avlayan balıkçılar yaşanan büyük katliama rağmen balık avına ara vermiyor. Konunun engellenmesi için resmi kurumlardan ise henüz hiçbir yasaklama gelmedi ve önlem alınmadı. Konu hakkında açıklama yapan Doğa Derneği Genel Koordinatörü Dicle Tuba Kılıç “Yelkovan kuşlarının nesli küresel ölçekte tehlike altında. Son iki gün içinde yaşanan yelkovan katliamı milyonlarca insanın yaşadığı bir şehirde herkesin gözü önünde gerçekleşiyor. Gözlemciler zaman zaman, on dakikada 15’ten çok kuşun oltalara takıldığını bildiriyor. Karar vericilerin bu katliamın bir an önce önüne geçmesini talep ediyoruz. İstanbul yelkovanlara mezar olmasın.” dedi. Yelkovanların küresel nüfusu 15.337-30.519 çift arasında. Yelkovanlar, Ekim sonu Kasım başı üreme alanlarına geri dönüyor. Kayalık kıyılar ve açık deniz adacıklarında üreyen yelkovan, üreme dönemi dışında Karadeniz ve Akdeniz’e yayılıyor. Yelkovanlar, balık özellikle hamsi, sardalya, uskumrugiller familyası üyeleri ve eklem bacaklı kabuklular ile besleniyor. Tür, IUCN kırmızı listesinde, küresel ölçekte Hassas (VU) olarak sınıflandırılıyor. İstanbul Boğazı’nın en yaygın türü olan yelkovanların nerede üredikleri bugüne kadar saptanamamış. ( Arkadaşlar lütfen bu konuda hassas davranalım ve çevremizdeki insanları uyarıp duyarlılık seviyesini arttırmalıyız. Ben yarın öğlen İstanbul boğazında olacağım. Sevgiler...) kaynak
  23. MehmetEmin

    Kozmetik & Zararlı Etkileri

    @Biyoloji Günlüğü Yalnız fotograflarda kaymalar yaşanmış ben düzenlerken bu şekilde düzenlemedim. Bir el atarsanız sevinirim

Hakkımızda

Biyoloji Günlüğü ülkemizdeki biyoloji öğrencileri, mezunları ve çalışanları adına kar gütmeyen bir proje olarak 9 senedir faaliyetlerine yılmadan devam etmeye çalışan masum bir projedir. Lütfen art niyetinizi forumdan uzak tutunuz. Bize iletişim formu aracılığıyla ulaşabilirsiniz.

Dilerseniz biyolojigunlugu@gmail.com veya admin@biyolojigunlugu.com adresine mail de gönderebilirsiniz. Bizimle arşivinizi paylaşmak isterseniz wetransfer.com üzerinden biyolojigunlugu.com adresine dosya transferi olarak iletmeniz yeterlidir, sizin adınıza paylaşılacaktır.

Sitemiz bir "Günlük" olarak derleme yayın, yorum, diyalog ve yazılara vermektedir. Güncel biyoloji haberleri ve gelişmelere ek olarak özellikle sosyal medyada gözden kaçan, değerli gördüğümüz tüm içeriğe kaynak ve atıflar dahilinde sitemizde yer vermekteyiz. Bu sitede verilen bilgilerin kullanım sorumluluğu tümüyle kullanıcıya aittir. Sayfalarımızda yer alan her türlü bilgi, görsel ve doküman sadece bilgilendirmek amacıyla verilmiştir.

Biyoloji Günlüğü internet sitesi 5651 Sayılı Kanun’un 2. maddesinin 1. fıkrasının m) bendi ile aynı kanunun 5. maddesi kapsamında Yer Sağlayıcı olarak faaliyet göstermektedir. İçerikler, ön onay olmaksızın tamamen kullanıcılar tarafından oluşturulmaktadır. Yer Sağlayıcı olarak, kullanıcılar tarafından oluşturulan içeriği ya da hukuka aykırı paylaşımı kontrol etmekle ya da araştırmakla yükümlü değildir.

Yer Sağladığı içeriğin 5651 Sayılı Kanun’un 8 ila 9. maddelerine aykırı şekilde; kişilik haklarınızı ihlal ettiğini ya da hukuka aykırı olduğunu düşünüyorsanız mail adreslerimizden iletişime geçerek bildirebilirsiniz. 

Bildirimleriniz dikkatle ve özenle incelenmekte olup kişilik haklarınızın ihlali ya da hukuka aykırılığın tespiti halinde mevzuat kapsamında en kısa sürede işlem yaparak bilgi vereceğiz.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgilendirme

Kullanım Şartları, Gizlilik Politikası, Forum Kuralları sayfalarına göz atınız.