Jump to content

Cenk Önsoy

Yönetici
  • İçerik sayısı

    1.126
  • Katılım

  • Son ziyaret

Cenk Önsoy paylaşımları

  1. Kulchitsky hücresi… Enteroendokrin, enterochromoffin hücre GIS’te dağılmıştır ve 20 civarında hormon ve nörotransmitter salgılar. Bronşiyal karsinoid tümör bunlardan köken alır.
  2. Ependimol hücre… Spinal kordun santral kanalını ve beyin ventriküllerini kaplayan hücreler.
  3. Downey hücresi… İnfeksiyöz meronskleoziste periferik yaymada görülen atipik lenfositlerdir.
  4. Hafızamızı internete devrettiğimizden beri “dijital unutkanlık” yükselişte! İnternet öncesi devri hatırlayabilen herkes size söyleyecektir, bugünlerde bilgiyi bulmak, eskiden olduğundan felaket biçimde daha kolay. Fakat dijital teknolojiler ve onların bize sağladığı anlık yanıt yetenekleri ile meydana gelen hayat kolaylığı, yazılım şirketi Kaspersky Lab tarafından yapılan yeni bir çalışmaya göre bilgileri hatırlama ve geri çağırma ile ilgili doğal yeteneklerimiz üzerinde korkunç olumsuz etkilere sahip olabilir. Araştırmacıların tanımladığına göre “dijital unutkanlık”, bizim adımıza saklayıp hatırlaması için dijital cihazlara güvenmek ve bilgiyi unutmak anlamına geliyor ve görünüşe göre hem gençler hem de yaşlılar için bir sorun haline geliyor. ABD’de yapılan bir araştırmaya göre cevap verenlerin yüzde 91.2’si “beyinlerinin çevrimiçi uzantısı olarak interneti kullandığını” belirtiyor. kaynak 1, kaynak 2, kaynak 3
  5. Araştırmacılar, antibiyotik direnci genlerini kaynaklarına kadar takip ettiler. Bu durum, bir salgında hastalığı ilk yayan kişiyi bulmaya benziyor. Artan miktardaki hastalık yapıcı bakteri türlerinin, en iyi kimyasal silahlarımıza karşı kendilerini korumak üzere evrimleşmesiyle birlikte, bunların antibiyotiklere karşı geliştirdiği anahtar savunmaların kaynaklarını bulmak bir öncelik haline gelmişti. Danimarka’daki Nordisk Vakfı Biyolojik Sürdürülebilirlik Merkezi’nde yapılan yeni bir araştırma, biyologların uzun süredir şüphelendiği şeyi destekleyen ilk kanıtları sundu; direnç genleri, antibiyotikler ile aynı kaynaktan geliyor. kaynak 1, kaynak 2, kaynak 3
  6. Çevremize baktığımızda birbirinden farklı birçok ot, çalı ve ağaç formunda bitkiler görürüz. Bunlar doğada belirli bir düzen içinde yaşamlarını sürdüren bireylerdir. Biz bunların oluşturduğu populasyonlara, sistematik anlamda tür ya da türaltı birimler olan alttür veya varyete diyoruz. O halde doğada var olan yalnız tür veya türaltı birimlerdir. Diğer bir deyişle dünya yüzünde var olan doğal tek kategori TÜR kategorisidir. Fakat bunları birbirinden daha kolay ayırmak için benzer olanlar birleştirilerek hipotetik taksonlar meydana getirilmiştir. Tür’den yukarıya doğru hiyerarşik bir sıra halinde bu kategoriler sıralanır. Her bir takson o kategoriyi karakterize eden son eklerle yazılırlar. Ancak bu son ekler daha çok Familya seviyesinde önemlidir. Daha büyük kategorilerde bu son eklerin kullanılma zorunluluğu yoktur. Gerçekte var olmayan bu taksonlar yukarıdan aşağıya doğru hiyerarşik sırasıyla şunlardır: Regnum Vegetabile (Bitkiler alemi) Divisio (Bölüm) (-phyta) (Anthophyta) Subdivisio (Altbölüm) (-phytina) (Anthophytina) Classis (Sınıf) (-opsida) ((Dicotyledonopsida) Subclassis (Altsınıf) (-idae) (Rosidae) Ordo (Takım) (-ales) (Fabales) Subordo (Alttakım) (-ineae) Familia (Aile, Familya) (-aceae) (Fabaceae) Subfamilia (Altaile, Altfamilya) (-oideae) (Papilionoideae) Tribus (Oymak) (-eae) (Vicieae) Subtribus (Altoymak) (-inae) Genus (Cins) (Vicia) Subgenus (Altcins) Sectio (Seksiyon) Series (Seri) Species (Tür) (Vicia truncatula) Subspecies (Alttür) Varietas (Varyete) Forma (Form)
  7. Sistematikte temel kategori olan türün tarifi çok çeşitli yapılmakla birlikte en çok kabul edilen şudur. Tür "yapısal ve işlevsel özellikleri birbirine benzeyen, aynı dış ve iç kimyasal, fizksel koşullara benzer tepkiler gösteren, doğal koşullarda çiftleşerek verimli yavrular meydana getiren bireyler topluluğu" dur. Darwin’in evrim teorisinin ve daha sonraki araştırmalarının iki önemli sonucu olmuştur. Türler değişmez birimler değil, aksine daima değişen bir devamlılık içindedir. Ortak ataya sahip türler, bir sistematik grupta toplanmalıdır ve gruplar filogenetik (Taksonların kökeni ve evrimi ile ilgili) olarak düzenlenmelidir. Türler, belirli bir tipi gösteren bireyler halinde değil, değişken (çeşitlilik gösteren) populasyonlar halindedir. Böylece bu dönemde, bitkilerin gösterdiği karakterlerin evrimsel gelişimleri öğrenilmeye çalışıldı. Hangi özelliklerin ilkel, hangilerinin gelişmiş olabileceği, (örneğin monokotillik mi ilkeldir yoksa dikotillik mi?) ayrıntılı olarak incelendi ve bazı esaslarda anlaşma sağlandı. Bunlara Paleobotanikteki verilerde eklenerek bitki türlerinin ve daha üst hiyerarşideki (cins, familya vd.) taksonların kökenleri ve akrabalık ilişkileri yani filogenileri saptanmaya çalışıldı. Bu şekilde ortak atadan gelen taksonlar aynı gruplarda toplandı ve filogenetik sistemler ortaya çıktı.Bu devir taksonomistlerin ortaya attıkları sistemler arasında az veya çok farklılıklar vardır. Zamanımızın botanikçileri filogenetik yaklaşımı kabul etmekle birlikte, bugüne kadar dünyada bütün taksonomistlerin fikir birliği içinde olduğu veya çoğunluğun kabul edebileceği bir sistem ortaya konamamıştır.
  8. Bu dönem Darwin’in yayınladığı "Türlerin Kökeni" (Origine of Species) adlı eserin zamanın araştırıcıları tarafından kabul edilmeye başlanması ile ortaya çıkmış ve devrin sistematikçileri Aristo zamanında ortaya atılan ve a zamanlara kadar kabul edilen "Türler başlangıçta ne kadar yaratılmışlarsa şimdi de o kadar çeşit halindedirler" mantığı yerine türlerin zaman içinde evrimleşerek değişebileceği görüşünü kabul edip, sistemlerini bu fikre dayandırarak yapmışlardır.Bu devir sistematikçileri, daha evvelce yapılan taksonomik grupları akraba ilişkilerine göre incelemeye başlamışlar ve "soy ağacı" belirlemeye, bitkileri basitten gelişmişe doğru ve biribirleri ile akrabalık ilişkilerine göre gruplamaya çalışmışlardır. Echler, Engler, Prantl, Rendle, Wettstein, Hutchinson, Soo, Emberger, Tahtajan, Cronquist bu sistemin en önemli isimleridir. Bu araştırıcılar daha evvel saptanan gruplarda çok büyük değişiklikler yapmamakla birlikte, bunları her kategori düzeyinde akrabalık ilişkileri içinde ve sırasında, ilkel sayılanlardan gelişmişe (basitten evrimleşmişe) doğru bir sıra ile incelemişlerdir.
  9. Bu devirdeki sistematikçiler artık birkaç karaktere göre sınıflandırma yapılamayacağını anlayarak mümkün olduğunca fazla karakter kullanarak bitkileri doğal olarak sınıflandırmaya başlamışlardır. Michel Adanson (1727-1806) ile başlayan ve nümerik taksonominin babası da sayılan Adanson çok sayıda karakteri kullanıp bugün bilinen çok sayıdaki ordo ve familyaları birbirinden ayırt edebilmiş ve gruplandırmıştır. Bernard De Jussieu (1699-1777) ve yeğeni A.L. De Jussieu (1748-1836), bunlardan sonra De Candolle’ler (1778-1893) dönemi, Robert Brown (1773-1858) kendi sistemlerini kurup, bitkiler bugünkü gruplara çok yakın kategorilere ayırmışlardır. Bu devrin en önemli sistemi iki İngiliz tarafından ortaya atılan ve onların adları ile bilinen Bentham-Hooker sistemidir. Bu sistem bir diğer İngiliz araştırıcı Darvin dönemine rastlamakla beraber Darvin 1859’da Türlerin Kökeni adıl eseri yayınladığında araştırıcılar sistemlerinin yarısına ulaşmışlardı. Bu nedenle sistemlerine evrimi yansıtmadılar. Ancak büyük bir tesadüf eseri sistemleri bugün kullanılan filogenetik sistemlerle büyük benzerlik göstermekle birlikte, çam (Pinus) ve benzer kozalaklı bitkilerin tek ve iki çenekliler arasına konması zamanımız sistemleri ile çelişkilidir. Ancak bu sistem halen Avrupa’nın, İngiltere başta olmak üzere bazı büyük herbaryumları (kurutulmuş bitki örneklerinin saklandığı müzeler) tarafından kullanılmaktadır. 19. yüzyıl başlarında dünyanın her yanından gittikçe daha çok toplanan bitkilerin, Avrupa’nın botanik müzelerinde (botanik bahçe ve herbaryumlarında) birikmesi ve yeni araştırma aletlerinin (örneğin mikroskop) keşfi bitkiler hakkındaki bilgilerimizin artışına yol açtı. Böylece sınıflandırmada sadece belirli bir karaktere dayanmaktansa tüm organlardaki (vegetatif ve floral) benzerliklere dayanmanın daha doğal sistemleri doğurduğu anlaşıldı. Bu dönemin taksonomistlerinden M.Adanson (1727-1806) bütün yapay sistemleri reddetmiş ve aşağı yukarı günümüz ordo ve familyalarının eşdeğeri olan taksonları "Familles des Plantes" adlı eserinde tanımlamıştır. "Lamarkizm" teorisiyle iyi tanıdığımız J.B.A.P.M. de Lamarck (1744-1829) ilk adlandırma anahtarını hazırlayan taksonomisttir. De Jussieu’lar (üç kardeş ve bir oğul) bitkileri bir ve iki çenekli, ovaryum durumu, petalin varlığı veya yokluğu, serbest veya bileşik oluşu gibi özelliklere dayanarak sınıflandırdılar. Birçok bitkiyi bugün bildiğimiz gibi sınıflandırmalarına karşın, birçoğunu da doğal olmayan bir şekilde bir araya getirmişlerdir. Bu devrede daha birçok taksonomist sınıflandırma şekilleri geliştirmişlerdir. Örneğin dede, baba, oğul de Candolle’lar, Bentham ve Hooker gibi. Her taksonomistle, bitki sınıflandırması bir adım daha ilerlemiş ve günümüzdeki bilgilere yaklaşmıştır. Darwin’in The Origin of Species adlı eseri ve Wallace’nin araştırmaları bu dönemi otomatikman kapatmıştır.
  10. Daha sonra Taksonomi 16. yüzyıla kadar ölü devresini yaşamış, bu yüzyılla başlayan 200 yıllık sürede birçok bitki toplanmış ve eserler yazılmıştır. Bu sistemin önemli araştırıcısı İngiliz John Ray (1623-1705) otsu bitkileri Kriptogamae (bugün Yosun ve Eğreltiler diye bilinen) ve Phanerogamae, Tohumlu Bitkiler diye ayırdıktan sonra, John Ray Historia Plantarum adlı yapıtında ilk kez Monokotiledon ve Dikotiledon terimlerini kullanılmıştır. Çiçekli bitkileri Petalodes (taç yapraklı) ve Apetali (taç yapraksız) olarak ikiye ayırmıştır. Yaklaşık 18.000 türün tanımını (betimini) yapmıştır. Ülkemize ilk bilinçli gelen yabancı botanikçi olan Fransız Tournefort (1656-1708) ilk kez cins adını kullanmış ve modern cins kavramını Botaniğe kazandırmıştır. Bu dönem, bitkinin sadece tanınmasının kolay olması için kasten suni olarak düzenlenen sınıflandırma sistemleriyle karakterize edilir. Bitkiler hakkındaki bilgiler yeterli olmadığından, tüm ağırlığın belirli bir karakterin sayısal özelliklerine verilmesi tamamen yapay bir sınıflandırmaya neden olmuştur. Bu dönemin en önemli ismi, sistematiğe ve diğer doğa bilimlerine büyük katkısı olan İsveçli botanikçi Carolus von Linnaeus’dir (Karl fon Linne okunur) (1707-1778). Tipik bir doğa bilimcisi olan Linne, Zooloji, Jeoloji konusunda da önemli eserler vermiş, çok tanınmış bir doğa bilimcisidir. Bilim hayatının bir periyodunu Hollanda da geçirmiştir. Clifford adlı br zengin Hollandalı Linne’yi ülkesine çağırmış ve uzun yıllar orada çalışmalarını desteklemiştir. Linne Hollandadaki çalışması sonucu Clifford’un Bahçesi adlı kitabı yayınlamıştır. Kendisinden çok öğrencileri yeryüzünün bir çok kesimini dolaşarak bitki toplamış ve bunları kendi sistemlerine göre sınıflandırarak, bugün de kullanılan binomial sisteme göre adlandırmıştır. Linne’nin suni sınıflandırma sisteminin şu anda tarihi değeri dışında bilimsel bir değeri olmamakla birlikte Binominal sistem denen bitkilerin iki isimle adlandırılması halen kullanılan önemli bir prensiptir. John Ray (1627-1705) ve nihayet Carl von Linneaus (1707-1778) bitki ve hayvanların sınıflandırılmalarına yeni kurallar getirdiler. Linneaus 1753’de yayınladığı Species Plantarum (Bitkilerin türleri) adlı eserden sonra bitkiler, 1758’de yayınladığı Systema Natura (Doğa Sistemi) adlı eserinde ise hayvanlar iki isimle (Binominal) adlandırılarak yayınlanmış ve canlılar bu tarihten sonra latince olan iki isimle adlandırılmışlardır. Bu metot günümüzde de devam etmektedir. 1753 yılı bitkilerin iki adla isimlendirilmesinde milad kabul edilir. Bu tarihten önce verilen isimler geçersizdir Linne bitkileri salt eşey organlarının sayısına göre sınıflandırmıştır. Oldukça yapay olan bu sınıflandırmada Linne, bitkileri önce erkek organ sayısına göre 24 sınıfa ve dişi organ sayısına göre de 67 ordoya ayırmıştır. Böylece doğal olarak birbirine hiç benzemeyen bitkiler bir araya gelmiştir. Diandria: Veronica (Scrophulariaceae), Salvia (Lamiaceae) Trandria: Iris (Iridaceae), Bergia (Elatinaceae), ve tüm Poaceae Tetrandria: Mentha (Lamiaceae), Ulmus (Ulmaceae) ve Cornus (Cornaceae). Linne’nin, bitki sistematiği konusunda en önemli eserleri Systema Natura (1735), Genera Plantarum (1737) ve Species Plantarum (1753) dur. Özellikle Species Plantarum (Bitkilerin Türleri) adlı eserin ilk baskısının yayın tarihi olan 1753 binominal sistemin uygulanma başlangıcı olması açısından çok önemlidir.
  11. Canlıların sınıflandırılması çok eski yıllardan beri insanları ilgilendirmiştir. Bu işle ilk uğraşan kişi, doğabilimci ve filozof olan Aristoles (M.Ö.384-322) ve öğrencileridir. O zamanlar bilinen 500 bitki ve hayvan türü, zamanın bilgilerine göre sınıflandırılmaya çalışılmış ve bu ilksel sınıflandırılma çalışmaları biraz daha geliştirilerek ortaçağa kadar kullanılmıştır. Aristo ve öğrencileri ilk olarak Yunanistan ve Anadolu’daki canlıların bir kısmı ile bu çalışmalara başlamışlar ve daha sonra bu çalışmalar Avrupa’daki canlılarla devam etmiştir. John Ray (1627-1705) ve nihayet Carl von Linneaus (1707-1778) bitki ve hayvanların sınıflandırılmalarına yeni kurallar getirdiler. Linneaus 1753’de yayınladığı Species Plantarum (Bitkilerin türleri) adlı eserden sonra bitkiler, 1758’de yayınladığı Systema Natura (Doğa Sistemi) adlı eserinde ise hayvanlar iki isimle (Binominal) adlandırılarak yayınlanmış ve canlılar bu tarihten sonra latince olan iki isimle adlandırılmışlardır. Bu metot günümüzde de devam etmektedir. 1753 yılı bitkilerin iki adla isimlendirilmesinde milad kabul edilirç. Bu tarihten önce verilen isimler geçersizdir. 1800 ve 1900’ lü yıllarda canlıların sistematiğinde oldukça ilerlemeler kaydedilmiş ve özellikle Darvin’den (1809-1882) sonra, özellikle yaşadığımız yüzyılın başından itibaren canlılar evrimsel bir sıra izlenerek sınıflandırılmaya (Filogenetik sınıflandırma) başlamıştır.
  12. Dünyada yaşayan canlılar, insanlarla birlikte içinde yaşadığımız çevrenin bir üyesidirler. Çevre bilindiği gibi cansız (su, hava, toprak vb.) ve canlı (hayvanlar ve bitkiler) öğelerden oluşur. Canlılar bu komposizyonun canlı (biyotik) kısmını oluşturur. Dünyada yaşayan canlıların tür olarak sayısı yazarlara göre değişmekle birlikte zamanımızda 2.5-3 milyon olduğu tahmin edilmektedir. Bunlardan yaklaşık 400-500.000 i bitki geri kalanı ise hayvandır. Esasında yüksek organizmalı canlıların bitki ve hayvan olarak ayrılmaları kolay olmakla birlikte, bazı ilkel organizmaların (özellikle tek hücreli canlıların) bu şekilde birbirlerinden ayrılmaları oldukça zordur. Bu nedenle eskiden bitkiler ve hayvanlar alemi olarak birazda zorlukla, iki ana gruba ayrılan canlılar son yıllarda daha değişik ve ileride belirtilecek gruplara ayrılmışlardır. Canlıların tür sayısı çok olduğundan bilim adamları bunların birbirine benzer olanlarını bir araya koyarak incelemeye ve sınıflandırmaya başlamışlar ve böylece Taksonomi-Sistematik denen bilim dalı ortaya çıkmıştır. İnsanlar dünyada yaşayan canlıları bilmek, bunların kendileri için fayda ve zararlarını saptamak ve bunları tanıyıp davranış, yetişme şekil ve şartlarını bilerek bunları anlayabildikleri ölçüde daha sağlıklı ve mutlu bir hayat süreceklerdir. Örneğin bir asalağın hangi şartlarda yaşadığını bilip bununla mücadele edecekleri gibi, bir bitkinin yetiştiği şartları iyi bilerek onu yetiştirip bazı ihtiyaçlarını karşılayabileceklerdir. Yaşadıkları iklime uygun bitki ve hayvanlar yetiştirerek hem onlardan çeşitli yollardan yararlanmaları hem de bu şartlara uymayan canlıları yetiştirmek için gereksiz masraf ve çaba harcamaları önlenmiş olacaktır. Örneğin Erzurum’da yaşayan bir köylü zeytin veya portakalın o çevrede yetişmeyeceğini önceden bilirse boş yere çaba harcamamış, masraf etmemiş olur. İpekböceği yetiştirmek isteyen bir kişi bu böceğin beslenmesi için gerekli olan dut ağacının olmadığı bir yerde bu böceğin beslenemeyeceğini bilmelidir. Diğer yandan bilimsel çalışma yapacak bilim adamları denemelerinde kullanacakları bitki ve hayvanları, bunların türlerini doğru tanımak zorundadırlar. Aksi takdirde o canlı ile gelecekte bir deneme yapacak olan bilim adamı, kendinden evvel hangi canlı ile ne gibi deneyler yapıldığını bilemez. Diğer taraftan bu tanıma doğru olarak yapılmaz ise bilim adamları aynı canlı yerine farklı canlılar ile çalışırlar ve bulacakları sonuçlarda bir birini tutmayabilir. Bunun tipik bir örneği ülkemizdeki fıstık türleridir. Ülkemizde 3 ayrı tür fıstık yetişir. Bunlardan Yer fıstığının bilimsel adı Arachis hypogea’dır. Şam fıstığı ise Pistacia vera, Çam fıstığının adı ise Pinus pinea ’dır. Buradan da görüldüğü gibi ülkemizdeki fıstıklar 3 ayrı cinse aittir. Bu örnekler daha da arttırılabilir. İşte bu nedenlerle bilim adamları, özellikle Taksonomist veya Sistematikçi olarak bilinenler bu canlıları sınıflandırarak benzer olanları bir araya toplamaya başlamışlar ve böylece canlılar morfolojik açıdan birbirlerine olan benzerlik ve farklılıklarına göre gruplandırılmaya başlanmış ve böylece taksonomi veya sistematik bilimi doğmuştur.
  13. Cenk Önsoy

    Morfoloji nedir?

    Canlıların fiziksel görünüşlerini inceleyen bilim dalıdır. Genel olarak, bu görünüşlerin toplamını ifade etmek için de kullanılır. Anatomi ile yakından ilişkilidir; ancak morfoloji daha kapsamlıdır.
  14. Cenk Önsoy

    Morfoloji nedir?

    Biyolojide morfoloji (veya biçimbilim), canlıların yapı ve biçimini inceleyen ve özel fiziksel özelliklerini araştıran bilim dalı. Morfoloji, canlıların organları gibi iç bölümlerinin biçimlerinin incelemek kadar canlıların diğer özelliklerini (renk, şekil, doku, yapı) de inceler. Biçimbilim modern dilbilimin bir alt alanıdır ve bir dilin anlam taşıyan en küçük parçalarının (biçimbirim, morfem) araştırmasını yapar. Biçimbirimler farklı biçimlerde kullanılır, anlam ayırıcı en küçük birimlerden (fonem) oluşur ve bunların kelimelerini oluşturur. Biçimbirim kelimelerin iç yapısındaki dil olgularına ilişkin kurallarla ilgilenir.
  15. Morfoloji Biyolojinin, mikro canlılar da dahil olmak üzere, bitki ve hayvanların şekil ve yapılarıyla meşgul olan bir dalı. Canlıların gelişmelerini ayrı ayrı incelediği gibi, bütün olarak birbirlerine benzerliklerini ve farklılıklarını da araştırır. Bir biyoloji altdalı olarak morfolojiyani biçimbilim, bir organizmanın veya bir organizmanın herhangi bir bölümünün biçimini inceleyen bilim dalıdır. Morfoloji ile meşgul olanlar, bitki ve hayvanların hassas bir şekilde sınıflandırılmaları için, çeşitli yollar takip ederler. Bunlardan birinde, vücuttaki uzvi simetri analiz edilir. Böyle bir çalışma pekçok bitki ve hayvanın küresel, ışınsal veya iki yönlü simetrilerden birine sahip olduğu esasına dayanır. Mesela basit bitki ve hayvanlardan bazıları küresel simetriye sahipken, mantar ve deniz yıldızları ışınsal simetri gösterirler. Bunların parçaları bir merkezsel eksenden çıkarlar. İnsan ve bazı diğer yüksek hayvanlar iki yönlü simetriye sahip olup, simetrik olan yarılardan meydana gelmiştir. Morfolojik araştırmalar, en basitinden en mükemmeline kadar bütün canlılarda mevcut olan muntazamlığı, en ince teferruatına kadar göstererek, tesadüf ve evrimin olamayacağını ispat etmektedir.
  16. İnsanlık tarihiyle neredeyse yaşıt olan ölümsüzlük düşüncesi, ilk olarak Ölümsüzlük düşüncesi ‘-2045 Hareketi’- ile 4 adımda gerçeğe dönüştürülecek. Avatar A ( 2015 – 2020): İlk adımda bilim insanları, insan beynine insansı bir robotu kontrol edebilme yeteneğini kazandıracak. Böylece sadece düşünerek, beynimiz ile hükmettiğimiz robotlar dört bir yanımızda gezecekler. 2020 yılına kadar bu adımın gerçekleşmesi için oldukça sıkı çalışan yetkililer, oldukça büyük adımlara imza atacaklar. Avatar B ( 2020 – 2025): Bu etapta insan beynini biyolojik bir vücuttan uzaklaştırmayı planlayan bilim insanları, hükmettiğimiz robotların içine yerleştirecekler. Bu da şu anlama geliyor ki, acıkma, susama gibi hisler, artık tarihin tozlu sayfalarına karışacak. Avatar C ( 2030 – 2035): İnsan beynini biyolojik sınırlardan uzaklaştırıldıktan sonra, beynin dijital ortama aktarılma işlemine geçileceğini görmekteyiz. Projenin üçüncü etabında, tamamen robotik ortama aktarılan insanlar, aklındaki tüm düşünceleri direkt olarak bir yazılıma geçirebilecekler. Bu ortak yazılım sayesinde diğer tüm kişilerle iletişim kurabilecek olan insanoğlu, düşüncesinin gücünü daha rahat görebilecek. Hatta düşüncelerimizi farklı robotlara koplayabilememiz de mümkün olacak. Avatar D ( 2040 – 2045) : 2045 Haraketi hakkında pek fazla bir bilgi akışı paylaşmayan yetkiler, projeyi şu anlık kapalı kapılar ardından yürütüyorlar. Aslında şöyle bir baktığımız da bu projenin asıl amacının, insan zihninin biyolojik sınırlar dışında bağımsız olarak sonsuza kadar yaşatılmasının hedeflendiği görülüyor. Henüz bu projenin olumlu veya olumsuz yanları hakkında bir fikir sahibi değiliz. Ancak insanoğlu olarak kendi kaderimizi değişterecek bu projenin gerçekleştirilmesi konusunda söz sahibi olduğumuzu da belirtelim. Sonsuza kadar yaşayacak olan insan, büyük bir kaynak sorununa da neden olabilir. Bunun gibi örnek gösterebileceğimiz birçok sıkıntının doğmasına neden olacak olan 2045 Hareketi’nin, evlilik gibi toplumsal değerleri de yok edeceği düşüncesi ön plana atılmış durumda. Her ne kadar bu projenin olumsuz yönleri de olsa da, insanlığın kaderini değiştirecek olan 2045 Hareketi’yle vücudumuz çürümüş olsa bile, zihnimiz biyolojik vücuttan uzaklaştırılarak sonsuz bir yaşama doğru yol alacak. Sizce gerçekleştirilecek olan ölümsüzlük projesi, insanlığın kaderini nasıl etkileyecek? kaynak
  17. Bu yılki grip mevsiminin şakası yok. Grip virüsü son aylarda ABD’de hızla yayıldı ve insanlar hastalıktan korunmak için bazı tuhaf davranışlara yöneldiler. Bunların arasında portakal suyunu kafalarına dikmek, “ateşlerini” aç bırakmak ve antibiyotik almak da bulunuyor. (Baştan söyleyelim, bunların hiçbiri işe yaramıyor.) Portakal suyu yüksek miktarda şeker içerir ve içerdiği C vitaminin, virüsleri alt etmeye yardımcı olduğuna dair neredeyse hiç kanıt yok. Hasta olduğunuz zaman kendinizi besinlerden mahrum bırakmak da geri tepebilir; zayıflayan bağışıklık sisteminiz, hastalığı defetmek için besinlere ihtiyaç duyar. Ayrıca antibiyotikler bakterileri öldürür, virüsleri değil. Virüsler, hem gribe hem de nezleye sebep olan şeylerdir. Bunlar yerine, hastalığı defetmek için atabileceğiniz ve araştırmayla desteklenmiş birkaç tane adım bulunuyor. Şunu da aklınızda tutun; grip ve nezlenin belirtileri birbirlerine çok benzer olabilir, ancak bu önleme ve savunma amaçlı tavsiyelerin çoğu durumda yardımcı olması lazım.
  18. Araştırmacılar, koyun ve insan melezi embriyolar üreterek kimerik bir ilki başardılar. Mühendislik uygulanan yapay hayvanların içinde geliştirilen vücut parçalarının kullanılmasıyla, bu embriyolar günün birinde organ bağışının geleceği olabilir. Nihâi hedefleri bu olan bilim insanları, insandan alınan kök hücreleri koyun embriyolarına aktararak ilk türlerarası koyun-insan kimerasını oluşturdular. Bunun sonucunda yüzde 99’dan fazla koyun olan, ancak biraz da bize benzeyen melez bir canlı meydana geldi. Deneyde oluşturulan embriyoların insana ait kısmının son derece küçük olduğuna kuşku yok (ayrıca embriyolar 28 gün sonra yok edildi), ancak bu kısmın mevcut olması bile, bu araştırma alanında önemli bir tartışmayı doğuruyor. kaynak
  19. 1-Beyin, yapısal olarak kompakttır. Eğer korteksteki bütün kıvrımları düzleştirirseniz beyin yaklaşık 2300cm2 lik bir alanı kaplar. 2-beyin yaklış 100 milyar nörona sahiptir. Nöronlar arası potansiyel bağlantı sayısı, evrendeki atomların (!) sayısından fazladır. 3-bir fetüs dakikada 250.000 kadar nöron oluşturabilir. Aslında birey, sahip olacağı bütün nöronlara zaten sahip olmuş olarak doğar ama nöral ağlar henüz olgunlaşmamıştır. 4-bilginin aktarım hızı nöron tiplerine göre farklılık gösterebilir. 1m/sn’den, 100m/sn üzerinde bir hız aralığında değişiklik gösterir. 5-beynimizin sadece %10’unu kullandığımız tamamen bir şehir efsanesidir. Hepsini kullanırız! Hafıza gibi karmaşık işlevler pek çok alanın aynı anda kullanımını gerektirir. Zaten bu şekilde olmasaydı evrimsel süreçte körelmesini beklerdik. 6-yaşlandıkça, beyinde bazı işlevler zayıflayabilse de, bazı beyin hücrelerinizi kaybetmezsiniz. Beyninizi çalıştırarak eski ağları koruyabilir ve hatta yeni ağlar oluşturabilirsiniz. Beyin “plastisite” kavramı için güzel bir örnektir. 7-beyin dokusunda acı reseptörleri yoktur, yani her ne kadar beyin bedenin tüm kısımlarından gelen acıyı kaydetse de aslında kendi acı hissetmez. Baş ağrılarımız genellikle beyni besleyen damarlarla ilgilidir.
  20. Ömür boyu üreme yeteneğine sahip olmak, gelecek nesillere gen aktarımı açısından, bu yetinin ömrün belli bir evresinde kaybedilmesinden daha avantajlı olmayacak mıdır? Bir anne için her doğum, belli bir enerjetik yatırımı da beraberinde getirecektir. Bu yatırımın karşılığı ise yavrunun üreme çağına kadar hayatta kalabilmesini sağlamak ve dolayısıyla gen aktarım olasılığını arttırmaya katkıda bulunmaktır. Eğer anne, fazla bebeğe sahip olursa, onlara yapmak zorunda kalacağı yatırımla birlikte diğerlerinin gelecekteki başarısını riske sokacaktır. Bunun yerine çok sayıda birey vermektense, çabalarını yavru bakımı üzerine yoğunlaştırarak, gen aktarım olasılığını arttırabilecektir. Menopoz, insanlar dışında sadece hayvanat bahçesinde yaşayan, yani yaşam süresi yabanıl ortamdaki türdeşlerine göre daha uzun olan gorillerde görülmüştür. Birçok türde üreme oranı yaşın ilerlemesiyle azalır ancak tam anlamıyla kesilme söz konusu değildir. Yani tutsak ve bakım altındaki memelilerde(en azından bazılarında) dişilerin üreme kapasiteleri, ölümlerinden ve erkeklerin üreme kapasitesinin azalmasından daha önce sonlanır. Bu nedenle menopozu açıklamak için bizim modern yaşam tarzımızın, atalarımızın yaşadıklarından daha uzun bir ömür sağladığını söylemek doğru kabul edilebilir. Menopozun evrimsel kökeni ile ilgili çeşitli bakış açıları: Argümanlardan ilki şu şekilde: eski insan dişileri, sert çevreye bağlı olarak beklenen yaşam uzunluğu dolayısıyla, 30-40 yıllık yaşam süresine yetecek miktarda yumurta üretimi yönünde seçilime uğradı. Daha uzun süre sağlıklı yumurta bulundurmak enerjetik anlamda dezavantajlı ve maliyetlidir. Bu yüzden yaşam öyküsü çözümü, ortalama tüm kadınların ölünceye dek üreyebildikleri bir yaşam süresinden daha kısa olacak şekilde yumurta ömrünü sınırlamış olabilir. Diğer bir kuvvetli argüman Büyükanne hipotezi: çok çocuklu bir anne, çocukların tümüne bakabilme kapasitesi açısından sınırlı olabilir. Bu durumda anne yaşlandığında en genç yavrunun zarar görme ihtimali ortaya çıkar. Ancak kadına, kendi annesi tarafından yardım edilirse, ana becerilerini daha genç yaşta öğrenebilir ve çocukların hayatta kalma oranını arttırabilir. Yani büyükanne kendi yavrularının çoğunun erişkin oluncaya kadar hayatta kalmalarını garantileyerek, kendi uyum gücünü destekler.
  21. Son derece belirgindir ki, insan sinir sisteminin yani “beyin” yapısının bu kadar gelişmiş olması, hayatta kalma şansını arttırmak için tüm bedenin çevreye göre optimum bir uyum içinde olmasını sağlayarak üreme avantajını arttırması sayesindedir. Beyin, uyarıları algılar, kaydeder ve eylemler meydana getirerek bunu yapar. Peki ama nasıl? Kimse elektriksel verilerin beyinde nasıl deneyime dönüştüğünü çözebilmiş değil. Ancak duygu ve düşünceler gibi, gelen bilgileri çeşitli sübjektif deneyimlere çeviren süreçler hakkında pek çok şey biliniyor ve daha çok bilginin nereden geldiğine dayanıyor. Vücuttaki duyu organları tarafından alınan spesifik uyaranlar, beyinde işlenmeleri için bu uyarıları sinyallere dönüştürür. Her organdan gelen bilgi beynin farklı bir bölümüne iletilir ve farklı bir yolla işlenir. Yani bilginin işlendiği yer, ne gibi bir deneyim üretileceğini belirler. HAREKETLER: Bedensel hareketler beynin bazı uzmanlaşmış alanları tarafından kontrol edilir. Örneğin; beyin sapı modülleri, nefes alıp vermek için gerekli akciğer ve göğüs kaslarındaki kasılmalar, kalp atışı, damar genişlemesi ve ya büzülmesi gibi otomatik içsel hareketleri belirler. Bilinçli hareketlerde ise birincil motor korteks, uzuvların kaslarına, gövdeye ve başa, kaba hareketleri kontrol etmek için beyincik ve bazal gangliyonlar üzerinden mesaj gönderir. ANILAR: bazı deneyimşlerimiz, beyin hücrelerindeki orijinal deneyimi oluşturan nöral aktivite örüntülerini daha sonra tekrar edebilir şekilde değiştirir. Bu süreç, geçmişteki deneyimlerimizi, şimdikilere rehber olarak kullanabilmemizi sağlayan “hatırlama” sistemini oluşturur. DİL: Dil dediğimiz zaman, hem konuşabilmeyi hem de diğerlerinin söylediklerini analiz edip anlamlandırabilmeyi içine alan bir kavramdan söz etmiş oluruz. Dil, nesneleri soyut sembollerle eşleştirip, bu sembolleri ve taşıdıkları anlamları diğerlerine kelimelerle iletme yeteneğine dayanır. Beynin mediyal frontal korteksi tarafından kontrol edilen bu yeti, iletişimi sağlamanın yanında bireylerin kendi düşüncelerini oluşturmalarını ve üzerlerinde kafa yormalarını da sağlar. DUYGULAR: Belirli uyaranlar limbik sistemdeki bazı alanları, özellikle amigdalayı uyararak bende değişikliklere neden olur. Üstelik bu etkiyi düşünce ve hayallerimiz de sağlayabilir. Bilinçli “hisler” limbik sistemden, prefrontal korteksteki bilinçliliği destekleyen “çağrışım alanlarına” sinyaller gönderildiğinde meydana gelir. Prefrontal korteks, yani daha çok mantığa ve planlı davranışa temel sağlayan beyin bölgesi, özellikle yirmili yaşların sonunda olgunlaşır. Yani ergenlik dönemlerinde duygusal bilginin işlenmesi büyük oranda amigdalaya bağlıdır. DUYUMLAR: Duyu organlarımız aracılığıyla algılanan çevresel veriler, serebral korteksteki birincil duyusal alan olarak adlandırılan özelleşmiş bölgelere iletilirler. Dış uyaranlar olmadığında duyusal alanlar aktif olmaya devam eder. Bu alanların rüyalar, halüsinasyonlar ve hayaller gibi deneyimleri ürettikleri düşünülmektedir. ALGILAR: Beyin, bilgiyi pek çok farklı duyusal alandan aynı anda alır. Bu sinyaller, tüm bilgiyi birbirine bağlayan çağrışım alanlarına iletilebilir. Eğer “bağlı” bilgilerin öğeleri bilinçli hale gelirse, çok duyumlu algılama olarak bilinen şeyi oluştururlar. Henüz tam olarak kavranmadığı için bağlanma sürecinin çoklu algılı algılamayı nasıl ürettiğine dair çok sayıda güncel nörobilimsel araştırma devam etmektedir. DÜŞÜNCELER: Beyin bir eylem planı oluşturmak için duyumları, algılar ve duyguları kullanır. Bazı planlar içselleşmiş beyin aktivitesi ve ya düşüncelere neden olur. Örneğin “iç konuşma” motor alanlar tarafından oluştururlur ancak görünür hiçbir belirtisi yoktur. Bizim anımsama olarak deneyimlediğimiz aktivitelerin bazıları hipokampusta meydana gelir.
  22. Limbik sistem dediğimiz yapı, canlıda içgüdüsel davranışlar, derine yer etmiş duygular, üreme, öfke ve hayatta kalma gibi temel hayvani dürtüleri oluşturur. Sistemin adı latince “sınır” ya da “kenar” anlamına gelen “limbus” kelimesinden türemiştir. Kabaca tarif etmek gerekirse beynin anatomik olarak ortasında ve beyin sapına doğru uzamış, serebrumun içindeki yapıdır ve beden sistemlerini düzenleyen beyin sapıyla üst düzey bilinci kontrol eden serebral korteks arasındaki bağlantıyı kuran bir köprü görevi de görür. Limbik sistem yapısal olarak; korteksin bir kısmını, amigdala, hipotalamus, talamus, mammilar cisimcikler gibi birçok yapıyı içeren bir birleşik sistemdir. Bu sistem koku duyusu gibi duyusal bileşenlerle bağlantılıdır ve bunları, özellikle beynin beklenti, ödül, plan yapma ve karar vermeden sorumlu alt frontal korteks gibi beyin alanlarıyla birleştirir. Daha da ilginç olan bir durum var ki o da; nazal kavite (burun boşluğu) ile limbik sistem arasında doğrudan bağlantı kuran, ve koku duyusunu algılamak ve iletmekle görevli olan olfaktör sinirlerdir. Bu sinirler, olfaktör reseptörler aracılığıyla koku moleküllerini tespit eder ve aktive olmuş reseptörler uyarıyı başlatır. Olfaktör sinirler koku bilgisini bilinçli farkındalığa ulaşmadan önce kısmen işleyebilir ve daha sonra bu bilgiyi, frontal lobun alt kısmında bulunan orbifrontal kortekse iletir.(hatırlayacağınız gibi frontal korteks geleceği tahmin etme, ödül, ceza gibi sistemler ve dolayısıyla duygular üzerine uzmanlaşmıştır.) Tahmin etmiş olabileceğiniz gibi kokunun insanlar için bu kadar etkileyici olmasının en önemli sebeplerinden biri budur. Birçok insan daha hafızası yeni oluşmaya başladığı yaşlarda bile algıladığı bir kokuyu yetişkinliğinde hatırlıyor olabilir. Limbik sistem, içinde; hüpokampusu kuşatan, manzara ve mekanları izlerken aktif olan Parahipokampal girus, ağırlıklı olarak bellek ve duygusal yanıtlarla ilişkili olan badem şekilli Amigdala, bazal çekirdekler ve limbik sistem arası bağlantı kuran Orta beyin ve en önemlisi mekânsal farkındalık ve bellekten sorumlu olan Hipokampus (ismini deniz atına olan benzerliğinden alır) gibi yapıları içinde barındırır. Hipokampus aynı zamanda geçici bir bilgiyi ezberlenmesi için seçer ve uzun süreli bellek alanlarına gönderir. Hasar görmesi durumunda, eğer daha önceki anılar sağlam kalmış bile olsa, yeni anılar oluşmasını engelleyebilir. Sonuç olarak, limbik sistem bizim duygularımızı oluşturan ve çoğu zaman dürtülerimize yenik düşmemize sebep olan bir canavar olabilir. Ne olursa olsun bu kadar gelişmiş bir limbik sistemin hala insanda var olması, evrimsel süreçte sağladığı avantajlara bağlı olmalıdır ki zaten dönemin koşullarını düşündüğümüzde nedenini gayet açık bir şekilde görebiliriz. Ancak bu durum bazı sorular meydana getirebilir. Acaba günümüz koşullarında insan zihninin kullanımı, eski zamanlardaki gibi dürtülerden çok, günümüz koşullarına daha uygun olan mantıksal sistemlere yönelmiş ve serebral korteksin nesilden nesile gelişmesine sebep olmuş olabilir mi? Ve eğer böyle bir şey olduysa gelişmiş bir serebral korteks, limbik sistemi baskılayarak bizi daha duygusuz, şiddetten ve hayvani dürtülerden uzak bir hale getirebilir mi? Yoksa eski dönemlerdeki savaş ve saldırganlık oranlarını bugüne kıyasladığımızda çoktan bu tarz bir değişim olmuş mudur? Şimdilik net cevaplar var mıdır bilinmez ama yapılacak en güzel şey bekleyip gözlemlemek olabilir.
  23. Kıskançlık. Evet bu duyguyu yaşamayan var mıdır diye düşünmeden edemiyor insan ama ne olursa olsun kıskançlık duygusu da evrimsel bir süreç ve bilimsel bir mekanizmaya bağlı. Burada kastedilen “kıskançlık”, daha çok insan eşeylerinde görülen karşılıklı kıskanma duygusu kastedilerek kullanılmıştır. (çok parası olanı kıskanmak, şanslıyı kıskanmak gibi durumlar başka bir yazının konusu olacak) Peki neden kıskanırız? Yani böyle bir mekanizma evrimsel süreçte neden gelişmiş ve korunmuş olabilir? Aslında sorunun yanıtı uzun evrimsel süreçlerde gizli ve daha da ilginci kadın ve erkek arasındaki kıskanma şekilleri de son derece farklı. Şimdi erkekler açısından kıskançlığı anlamak için evrimsel atalarımızın yaşadığı dönemleri gözünüzde canlandırın. Yani insanların avcı ve toplayıcılıkla uğraştığı ya da erkeklerin uzun süre seferde olduğu dönemleri. Geride kalan dişi birey ve az da olsa geride kalan erkek bireyler var. Unutmayın ki canlılar birer bencil gen makineleridir ve tek ortak amaçları genlerini sonraki nesle aktarmaktır. Bir kadın birey her zaman için (eşi uzun bir sefere çıkmış olmasa dahi..) başka bir erkekle çiftleşme gerçekleştirebilir. Bu durum diğer erkek ve onun bencil genleri için bir facia olacaktır. Çünkü hem neslini devam ettirme şansı riske girecek hem de (modern DNA analiz yöntemleri olmadığı için) çocuğun kendisine ait olmadığını bilemeyeceği ve hatta belki de bundan şüphe bile edemeyeceği için çocuğun bakımına da enerjetik ve mali yatırımda bulunacaktır. Belki de bütün ömrünü kendi genlerini taşımayan bir çocuğa bakmak için harcayacaktır. Dolayısıyla kıskançlık genlerinin bu sistemle popülasyonda yaygın hale gelmiş olduğu sonucuna varabiliriz. Burada ilginç bir bilgi eklemekte de fayda var; sefere çıkan askeri ve öncelerini tekrar düşünelim. Böyle bir görüş, erkek üreme sistemiyle ilgili iki ipucu daha verir bize: birincisi, bu görüş erkeklerin uzun süre çiftleşme gerçekleştirmedikten sonra neden daha çabuk ve şiddetli bir ejekülasyon yaşadıklarını açıklamak için son derece tatmin edicidir. Böylece sperm rekabetinde hızlı ve yoğun olan spermin yumurtaya ulaşma ihtimali daha yüksek olacaktır. İkincisi ise, erkek penis başını düşündüğümüzde anatomik olarak önceden içeride bulunma ihtimali olan spermi geri çıkarmaya yatkın bir şekil olduğunu görürüz. Ancak kadın kıskançlık sistemine geldiğimizde iş biraz daha değişir. Özellikle insan dişileri için, kadın kıskançlığı daha çok yavru bakımı odaklıdır. Yani bir kadın birey, ortak yavrularını oluşturmak istediği erkek bireyi seçerken, olası yavrusuna yapabileceği maksimum enerjetik ve mali yatırımı göz önünde bulundurabilir. Daha çok yavru bakım yatırımı, daha sağlıklı ve iyi yetişmiş bir yavru ve o yavru için de daha fazla üreme şansı anlamına gelir ki bu da toruna kendi genlerinin aktarılma olasılıklarını arttırır. Ancak küçük bir detay var ki o da erkek üreme hücrelerinin (sperm) kadın üreme hücrelerinden daha az maliyetli ve kolay bir şekilde tekrar tekrar üretilebiliyor olması. Bu koşul da bir erkeği daha fazla yavru verebilir duruma getiriyor. Çünkü erkek hamile kalmaz ve yavru oluşturmak için beklemesi gereken bir süre yok. Bu durumda bu işi kendi için yapabilecek başka kadınlar bulmaya yönelebilir. İşte bu noktada esas kadın, olası yavrusunun potansiyel yatırımını (enerjetik ya da mali fark etmez) eşinin başka üreme aktivitelerine pay etmek istemez. Çünkü bu durum çocuk için daha az bakım, daha az sağlık, daha az üreme potansiyeli ve daha düşük “toruna gen aktarım ihtimali” gibi sonuçlar doğurabilir. Ama erkek için durum farklı. Üremesinin sınırı olmadığı için ve yavruya karnında aylarca enerjetik yatırım yapmadığı için, çok sayıda kadınla çiftleşip çok sayıda embriyo oluşturmak, genlerinin aktarım ihtimali açısından daha büyük avantaj sağlamış olabilir. Sonuç olarak kıskançlık insan popülasyonunda son derece yaygın ve mantıklı olsa da, her şeyin bir sınırı olması ve abartılmaması gerekir. Evet kıskançlığın evrimsel süreçte mantıklı bir açıklaması olabilir ama biliyoruz ki çevresel koşullar değişkendir ve ilerde bu durumun tam tersi bir durum avantajlı hale gelerek oyunun gidişatını tam ters yöne çevirebilir.
  24. 8’den fazla dolguya sahip olmak, kanınızdaki cıva seviyelerini artırabilir Ağız dolusu eski moda, metalik diş dolgularına sahip olanlarımız için kötü haber: araştırmacılar, sekiz adetten fazla dolguya sahip olmanın, kan akışımızdaki cıva seviyelerinin yükselmesine katkıda bulunabileceğini buldular. Üstelik az da değil; yaklaşık 15.000 insan incelendikten sonra, ağızlarında sekiz adet metal dolgu bulunanların, hiç dolgu bulunmayanlara oranla vücutlarında kabaca yüzde 150 daha fazla cıva bulunduğu görüldü. Georgia Üniversitesi’ndeki araştırmacılardan biri olan Lei Yin şöyle konuşuyor: “Diş çürümesi, en yaygın kronik rahatsızlıklardan biri. Bence insanların çoğunda diş dolgusu var, fakat diş hekimlerinin kullandığı malzeme türleri, gerçekten tartışılmış şeyler değil.” Yin’in kastettiği malzeme, diş amalgamı olarak adlandırılıyor; son 150 yıldır diş dolguları için standart olmuş olan ucuz, güçlü ve gümüş bir madde. Ayrıca yüzde 50 oranında cıvadan meydana geliyor. Bu madde, gri renkli olduğu için genelde dıştan kolayca görünmeyen dişlere uygulanıyor. Takımın söylediğine göre bu çok iyi bir şey değil çünkü yüksek seviyelerdeki cıva, beyin, kalp, böbrek, akciğer ve bağışıklık sistemi hasarı gibi bir yığın rahatsızlığa sebep olabiliyor. Fakat diş dolguları, her bir dolgu tek başına yeteri kadar büyük bir soruna neden olmadığı için, içlerinde bulunan cıva bakımından geniş oranda görmezden geliniyor. Takım üyesi Xiaozhong ‘John’ Yu şöyle söylüyor: “Zehirbilimciler olarak cıvanın zehir olduğunu biliyoruz, fakat bunun hepsi doza bağlı. Bu yüzden eğer bir dolgunuz varsa, bu sorun olmaz. Fakat sekizden fazla dolguya sahipseniz, potansiyel aleyhte etki tehlikesi daha yüksek.” Bir diğer seçenek ise kompozit reçine dolguları. Fakat takım şimdi, bunun vücuttaki hormon bozucu bisfenol A’yı artırıp artırmadığına bakıyor.
  25. Taş devri diyetinin tam tersi, uzun ömür için en iyisi olabilir Avustralya’da yapılan son araştırmaya göre, düşük proteinli ve yüksek karbonhidratlı bir beslenme düzeni, ömür uzatan ve obeziteyle mücadele eden bir hormonu teşvik etmede en etkili şey olabilir. Cell Metabolism dergisinde yayınlanan çalışma, esasen karaciğerde üretilen ve sözümona gençlik pınarı hormonu olarak adlandırılan Fibroblast Büyüme Etmeni 21’in (FGF21) rolünü daha belirgin hale getiriyor. Önceki çalışmalarda FGF21’in iştahı frenlemek, metabolizmayı yatıştırmak, bağışıklık sistemini geliştirmek ve ömrü uzatmakta pay sahibi olduğu bulunmuştu. Ayrıca şu anda diyabet için iyileştirici bir hedef olarak kullanılıyor fakat bu hormonun vücutta nasıl tetiklendiği ve salındığı ile ilgili az şey biliniyordu. Şimdi Sidney Üniversitesi’ndeki Charles Perkins Merkezi’nde bulunan araştırmacılar, karbonhidrat bakımından yüksek ve protein bakımından düşük olan beslenme düzenlerinin, farelerdeki FGF21 seviyelerini yükseltmek için en iyisi olduğunu buldular. Baş yazar Samantha Solon-Biet şöyle konuşuyor: “Yüksek proteinli Taş devri diyetlerinin ününe rağmen, bizim araştırmamız, bizler yaşlandıkça tam tersinin en iyisi olabileceğini öne sürüyor; düşük proteinli, yüksek karbonhidratlı bir diyet, hayatın sonraki dönemlerindeki sağlık ve uzun ömürlülük için en çok faydaya sahip. “FGF21’in en yükseğe çıktığı beslenme şartları, proteinin karbonhidrata olan dengesine bağlı ve bu dengenin, hormonun protein açlığına arabulucuk yapmasında önemli olduğu gösterildi.”

Hakkımızda

Biyoloji Günlüğü ülkemizdeki biyoloji öğrencileri, mezunları ve çalışanları adına kar gütmeyen bir proje olarak 9 senedir faaliyetlerine yılmadan devam etmeye çalışan masum bir projedir. Lütfen art niyetinizi forumdan uzak tutunuz. Bize iletişim formu aracılığıyla ulaşabilirsiniz.

Dilerseniz biyolojigunlugu@gmail.com veya admin@biyolojigunlugu.com adresine mail de gönderebilirsiniz. Bizimle arşivinizi paylaşmak isterseniz wetransfer.com üzerinden biyolojigunlugu.com adresine dosya transferi olarak iletmeniz yeterlidir, sizin adınıza paylaşılacaktır.

Sitemiz bir "Günlük" olarak derleme yayın, yorum, diyalog ve yazılara vermektedir. Güncel biyoloji haberleri ve gelişmelere ek olarak özellikle sosyal medyada gözden kaçan, değerli gördüğümüz tüm içeriğe kaynak ve atıflar dahilinde sitemizde yer vermekteyiz. Bu sitede verilen bilgilerin kullanım sorumluluğu tümüyle kullanıcıya aittir. Sayfalarımızda yer alan her türlü bilgi, görsel ve doküman sadece bilgilendirmek amacıyla verilmiştir.

Biyoloji Günlüğü internet sitesi 5651 Sayılı Kanun’un 2. maddesinin 1. fıkrasının m) bendi ile aynı kanunun 5. maddesi kapsamında Yer Sağlayıcı olarak faaliyet göstermektedir. İçerikler, ön onay olmaksızın tamamen kullanıcılar tarafından oluşturulmaktadır. Yer Sağlayıcı olarak, kullanıcılar tarafından oluşturulan içeriği ya da hukuka aykırı paylaşımı kontrol etmekle ya da araştırmakla yükümlü değildir.

Yer Sağladığı içeriğin 5651 Sayılı Kanun’un 8 ila 9. maddelerine aykırı şekilde; kişilik haklarınızı ihlal ettiğini ya da hukuka aykırı olduğunu düşünüyorsanız mail adreslerimizden iletişime geçerek bildirebilirsiniz. 

Bildirimleriniz dikkatle ve özenle incelenmekte olup kişilik haklarınızın ihlali ya da hukuka aykırılığın tespiti halinde mevzuat kapsamında en kısa sürede işlem yaparak bilgi vereceğiz.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgilendirme

Kullanım Şartları, Gizlilik Politikası, Forum Kuralları sayfalarına göz atınız.